22 Eylül, İstanbul
Üzerimden bir yük kalkmış gibi hissediyorum. Çözmem gereken problemleri tek tek çözme yolunda adım atıyorum. Tezime de daha çok zaman ayırmaya başladım. Dün beş saat kadar aralıksız okudum yazdım. Yazdıklarımın tez formatından ziyade bir deneme tadında yazılmış olduğunun farkındayım ama yine de tezimi bitirmeyi başarabileceğim konusunda umudum arttı.
Tezden kaçmak için yine bir yol buldum. Pınar’la Zorlu Touche’de başlayacağımız programın ilk konusu yalnızlık. Ve ben ne yapıyorum? Bununla ilgili sağlam bir literatür topladım, sanki bilimsel bir makale yazacakmışım gibi okuyorum. Elbette bu makale bir yerlerde yayınlanır ama mesele bu değil ki.
Üstelik 25 Eylülde oyun hakkında yapacağım konuşmanın psikolojik ve felsefi boyutlarını ne yapacağız? Henüz ne söyleyeceğim hakkında en ufak bir fikrim yok. Ayrıca mor bir tişört satın almam lazım o gün için. O günün rengi mormuş. İlginç bir konseptleri var. Günün rengi, günün müziği ve o günün filmi. Konuşmalar zaten film üzerinden olacak.
Akşam oldu ve ben Doorstep’teyim. Oturduğum masada iki kadın oturuyor. Birini tanıyorum, öteki tanıdığım kadının arkadaşı. Tanıdığım kadın ötekine benim psikiyatr olduğumu söyledi (Bu arada ben bilgisayarıma gömülmüş bir şeyler yazıyorum). Bu enformasyon üzerine öteki kadın herkesin bize ihtiyacı olduğunu söyledi. Ben de ona insanların psikiyatra değil, nasıl bir hayat yaşamaya karar verebilmeye ihtiyaçları olduğunu söyledim. Bu da haliyle psikiyatrik bir problem değil. Gülerek söylediğim için o da gülerek karşılık verdi: “Benim sanırım yakında size ihtiyacım olacak, çünkü ikizler burcuyum.”
“Ama,” dedim, “bu durumda kesinlikle bana ihtiyacınız yok.”
“Neden?” diye sordu.
“Sizin sadece bir astroloğa ihtiyacınız var, bir psikiyatra değil,” dedim.
Yanıtı şu oldu: “İlâç yazıyor musunuz?”
Ben artık herhangi bir insana herhangi bir cümle kurmak istemiyorum.
Ne üzülmek istiyorum ne de sinirlenmek. Ama insanlardan kendimi izole etmek de istemiyorum. Bu nedenle tahammül etmeyi öğrenmek zorundayım.
26 Eylül, İstanbul
Dün İstanbul Modern’de gerçekleşen etkinlik bir felaketti. Nasıl olacağını kontrol edemediğim, hadi kontrol etmek demeyelim kibirlice, ama nasıl ilerleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin edemeyeceğim etkinliklere katılmamalıyım. Az bilgili, hadi burada da dürüst olayım cahil insanların kullandıkları kelimeleri, kavramları pervasızca yüzünüze fırlatarak konuştukları, konuşma yaptıkları bir ortamda insanın neye karşı çıkacağını bilemediği bir yerde yapılması gereken ya çatır çatır kavga etmek ya da susmak. Ve ben bu olgunluğu göstererek susmayı tercih ettim, eski zamanlara göre yani. Kendime şaşırdım ve kendimi tebrik ettim. Her yerde, yıllar önce Uğur Mumcu’nun çok güzel tespit ettiği gibi Türkiye bilgisi olmadan fikri olan insanlarla dolu.
Serdar Beyin büyük bir özveriyle ve emekle hayata geçirdiği bir etkinlik olmasını değiştirmedi elbette bu durum.
Almanya’da gençliklerinde futbol oynayan kadınların erişkin hayatta ne durumda olduklarını, spor yaptıkları, yani oyun oynadıkları zamanlara geriye dönüp baktıklarında neler hissettiklerini konu alan bir belgeselin üzerine yapılan bir söyleşide, üstelik konu oyunun birleştirici gücü iken, konuşmanın nasıl olup da erkeğin kadına uyguladığı şiddete gelebileceğini ben anlamakta zorlanıyorum. Böyle bir şey olmadığı için değil, panelin konusu bu olmadığı için. Ben, oyunun psikolojisi ve felsefesi üzerine çok fazla bir şey bilmediğim için iki saatlik belgeseli evde izleyip bunun üzerine bir literatür taraması yapıp oyun üzerine yazılmış iki kitabı inceleyip 10 sayfalık temel bir metin hazırlayarak gittiğim panelde erkek-kadın arasındaki şiddet meselesinin kökünde iktidar ve güç savaşı olduğunu anlatmaya çalışırken buldum kendimi. Bir de azar işittim, kendisini feminist sanan birinden. Oluyor böyle şeyler.
Bu arada mor tişört de bulamadım konuşma için. Belki her şey bu yüzden oldu. Spiritüel dünyaların illüzyoner ferahlığı..
Neyse ki sonrasında Berfin’le tatlı tatlı sohbet edip bira içtik de keyfim yerine geldi. Berfin çok genç ama çok zeki, akıllı ve entelektüel bir dostum. Onun gibi insanların varlığı bana, Türkiye ne durumda olursa olsun umut veriyor. Çünkü ülkedeki eğitim düzeyi ne hale getirilmeye çalışılırsa çalışılsın, Berfin gibi insanlar ülkenin üzerine beton dökülmüş toprağında, aradaki çatlakları bulup çiçek gibi açabiliyorlar.
Bu akşam Philfest 2025’e gidiyorum. Ankara’ya. Felsefe Şenliğinde hem kitaplarımı imzalayacağım hem de ‘Klinik Felsefe’ üzerine bir konuşma yapacağım. Bu söyleşinin dünkünden bambaşka olacağından eminim. Sevgili Selçuk Aslan’ı da görme fırsatım olacak. Bir hastamın yeni doğan bebeğini de görebilirsem çok sevineceğim. Söz verdim, sözümü tutmam lazım.
Keşke verdiğim bütün sözleri tutabilsem. Ne zaman bunu düşünsem İoanna Hocanın anlattığı bir anekdot geliyor aklıma. Onun minik fil biblosunun hikayesi.
Serdar, 61. Ulusal Psikiyatri Kongresinde yapay zekanın ontolojisi ve epistemolojisi üzerine bir konuşma yapacağımı söylediğimde bir film önerdi. Marjorie Prime. Bugünlerde onu izleyeceğim. Şiir varolmaya devam edecekse yapay zekaya karşı değilim diyerek Tomris Uyarvari bir kapanış yapayım bugünkü notlarıma.
29 Eylül, İstanbul Havalimanı
Sabah saat sekiz. Havaalanında kahve içiyor, simit yiyorum. Almanya saatiyle 12.00’de Berlin Mitte’de olacağım. Yalnızlık üzerine okuyacağım biraz. Yalnızlığın yaratıcılığı üzerine. Pınar’la Zorlu Touche’de başlayacak olan programımız için ve elbette kendim için esas olarak. Sanırım ilk kitabımda yalnızlık ya da tekbaşınalıkla ilgili bir yazım var. 2005-06 yıllarında o konuda ne düşünüyordum acaba? Bunu da konuşasım var biraz. Yalnızlık, yalnızlık hissi ve tekbaşınalık (‘tek başına’ kelimesini bitişik yazmak gerektiğini düşünüyorum). Bunlar arasındaki farklılıklar önemli.
Tekbaşına olmak örneğin, bir cezaevinde hücrede ya da dağ başında bir kulübede yanımızda hiçkimsenin (‘hiç kimse’ kelimesi de birleşik yazılmalı bence) olmaması demek. Yalnızlık tanıdıklarımız olsa da kimseyle bağ kurmadan, insanlarla arana belli bir mesafe koyarak yaşamaya çalışmak. Bu benim yaptığım şey, hayatımın bu evresinde. Yalnızlık hissiyse, yalnız ya da tekbaşına olmamasına rağmen kişinin kendini yalnız hissetmesiyle ilgili. Bir duygu bu. Olumsuz bir duygu. En klişe cümlesi bu hissiyatın, “kalabalıklar içinde yalnız olmak.” Tekbaşınalık olumsuz da olabilir, olumlu da. Kişi dağ başında bir kulübeye inzivaya çekilmeyi seçebilir. Ama Silivri Cezaevinde bir hücrede tekbaşına olmayı hem seçmez insan, hem de kendini o kadar da iyi hissetmeyebilir. Gerçi İlker 42 günlük hücre hapsinin hiç de kötü geçmediğini söylemişti gülerek ama hiç de emin değilim doğruyu söylediğine.
Dönünce mutlaka yapmam gereken iki şey var. Öncelikle İbrahim’le şu ‘Flu Akademi’ derslerini bitirmek. Diğeriyse İlker’le ‘Vicdan Normal midir?’ başlıklı bir bölüm çekmek.
Berlin’deyse bu sefer kesinlikle tezle ilgili ciddi bir çalışma içinde olmam gerekecek. Yoksa bunca emeğim boşa gidebilir. Hiçkimseye olmasa, İoanna Hocaya karşı bir sorumluluğum olduğunu düşünüyorum. Verdiğimiz sözleri tutmak.
Havaalanları insanların kendilerini yalnız hissetmeleri için elinden gelen her şeyi yapıyor diye düşünüyorum. Devasa bir bina, sayısız dükkân, binlerce tanımadığınız, oradan oraya koşturan insan ve geçicilik duygusu. Bir havaalanında elbette sadece geçici olarak bulunur insan. Bir an önce gitmek istediğiniz yere varmak için bir telaş, bir sabırsızlık içinde. Peki ben niye böyle hissetmiyorum? Gayet halimden memnun bir masada oturmuş kahve içerek yazımı yazıyorum ve çevreye, insanlara bakıyorum. Bir daha görme şansımın olmadığı insanlara bakarak akıllarından neler geçtiğini hayal etmeye çalışıyorum.
Bugünün devamını Cafe Fleury’de yazmak istiyorum. Saat 08.30. Uçağım 10.05’te kalkıyor. Özellikle erken geldim, rahat rahat kahve içip yalnızlığımın tadını çıkarmak için.
30 Eylül, Berlin
Dün tek satır yazamadım. Hava çok güzeldi, sokaklarda boş boş dolaştım. Annemin değişiyle, “ayaklarıma kara sular inene kadar.” Şimdi sabahın yedi buçuğu, ‘Zeit zum Brot’ta kahve içip bu satırları yazıyorum.
Bir haftadır Cesare Pavese’in romanlarını okuyorum tekrar. Daha önce çok sevmemiştim, ama şimdi, bu yaşta bana değişik bir haz veriyorlar. Onun çok sıradan gözüken, köylü, işçi ağzına koyduğu gündelik cümlelerdeki derin, hüzünlü ve umut dolu satırlar.
Bugün saat 09.00’da çalışmaya başlayacağım. Saat 14.00 gibi bitecek. Sadece beş seans. Günün sonrası benim. Levent geliyor saat 12.00 gibi. Belki bu akşam uzun süredir Berlin’de yaşayan Mustafa Altıoklar’la yemek yiyeceğiz. O büyük olasılıkla 1990’larda Bilsak 5. Katta, Yasemin Alkaya’nın yerinde tanıştığımızı hatırlamaz. Yasemin tanıştırmıştı bizi. O da zamanının çok iyi tiyatrocularından ve sinema oyuncularından. Sonra ekmeğinin peşine düşmek zorunda kaldı ve çok da güzel bir restoran-bar açtı Bilsak’ın en üst katında. Gençler hatırlamaz Bilsak’ı. O yılların entelektüellerinin ortak çabasıyla açılmış bir yerdi. Sıraselviler’de o zamanki Alman Hastanesinin yan sokağında beş katlı güzel bir binadaydılar. Birçok kültürel etkinlik ve atölyenin yanında, üst katında Yasemin’in restoranı, girişinde de çok güzel bir bar vardı.
Seçil en alt kattaki seramik atölyesinde Ezel Ağaoğlu’yla çalışırken, ben çoktan Cerrahpaşa’dan gelmiş, 5. Katın boğaza bakan bar tezgahına yerleşmiş ve onu beklemeye başlamış olurdum, önümde bir kitap. Elbette bira eşliğinde. Sonra o yorgun argın ve sırtı ağrımış olarak gelir, “Alperov, sence ben sanatçı olabilecek miyim?” diye sorardı. Oysa çoktan sanatçıydı ama bir türlü kendini sanatçı olarak göremezdi. İyi ki de öyleydi, çünkü bu sayede bugün çok iyi ve değerli bir sanatçı.
Ben Seçil’i beklerken Yasemin uğrardı. Bana gülümseyerek bakar, “yine o kızı mı bekliyorsun?” diye sorardı çapkın çapkın. Ben de, “onu beklemediğim gün ilk senin haberin olacak,” diye artık aramızda bir oyuna dönüşmüş olan klasik şakamı yapardım. Onlar bir süre Aydın Ağbimle sevgili olmuşlardı. Çok severdim Yasemin’i. Hâlâ seviyorum, yanlış anlaşılmasın. Buradan kocaman bir merhaba Yasemin’e.
Hayatımızın başka türlü ve başka türlü güzel zamanlarıydı. ÖDP kurulmuştu, Radikal okuyorduk ve hepimizin önünde teorik olarak çok uzun bir gelecek vardı. Neredeyse ülkenin değişebileceğine ve özgürlükler ülkesi olabileceğine inanır gibi oluyorduk arada.
29 yaşıma kadar hep oralarda oldum. Sonra Basel günleri başladı.
Günün süsü Cemal Süreya’dan gelsin bugün: İki çay söylemiştik orda, biri açık / Keşke yalnız bunun için sevseydim seni.
