23 Ekim, Ankara
Ulusal Psikiyatri Kongresi için Ankara’dayım. Ülkenin neredeyse bütün şehirlerinden meslektaşlar sosyalleşmek için burada. Yeni bilgilere ulaşmak için gelen genç asistanlar ve küçük bir flört ya da şanslıysa minik bir kaçamak olur mu beklentisiyle Ankara Sheraton lobi ve koridorlarını arşınlayan telaşlı orta yaş kalabalığı.
Lobideki barda oturmuş bira içiyorum. Akşam indi Ankara’ya. Ama bir saat sonra yöneticiliğini yapacağım bir münazara var. Onu bekliyorum. Karşımda yaşını almış bir kadın meslektaşım oturuyor. Mutsuz olduğu yüzünün bütün kıvrımlarından belli ama hala alımlı. Önünde birkaç kitap var, akşam oturumlarına girmemeye karar vermiş anlaşılan. Kırmızı şarap söyledi biraz önce. Yavaş yavaş yudumluyor içkisini. Yüzüne yaptırdığı müdahalelerde çok dikkatli davranmış, belli. Yapma bir oyuncak bebeğe dönüşmemek için çaba sarfetmiş. Göz altlarındaki torbalardan utanmıyor. Çok az makyaj var yüzünde. Tek başına oturup içkisini yudumlamaktan da çekinmiyor. Arada başını kaldırıp bakıyor. Otururken selamlaştık, demek ki beni tanıyor. Benim de onunla ilgilendiğimi düşünmüş olabilir. Oysa yalnızca izliyorum. İzlediğim diğer insanlarla birlikte onu da.
Garip bir hüzün çöktü içime. Ankara’nın böyle bir etkisi var bende. Hiçbir zaman mutlu, bırakın mutluluğu, içinde azıcık sevinç duyabildiğim bir şehir olmadı Ankara. Deniz olmadığı için desem, Berlin’de de deniz yok ama orada mutluyum. Sokaklara, binalara sinmiş bir yalnızlık duygusu var Ankara’da. İnsanlar sanki birbirlerini görmüyorlar. Yalnızca kendileriyle ilgililer. Kendileriyle ilgilenenlerle ilgililer bir de.
Yapay zekanın ontolojisi ve epistemolojisi üzerine kısa bir sunum yaptım. Yapay zekanın benlik bilincinin (henüz) olmaması nedeniyle bir varoluştan bahsedemeyeceğimizi ve bu nedenle de yapay zekanın bir varlığı olmadığını, bu nedenle de insan zekasıyla karşılaştırılmasının mümkün olmadığını anlatmaya çalıştım.
Ankara’ya her geldiğimde olduğu gibi Selçuk’ta kalıyorum. Çok takdir ettiğim bir psikiyatri profesörü Selçuk Aslan. Gazi Üniversitesi Psikiyatri bölümünün önemli hocalarından. Psikoterapi konusunda da ciddi çalışmaları olan, bir yandan eğitim verirken hala öğrencilik yaparak öğrenmeye devam eden bir bilim insanı. Üstelik müzik ve resimle de ilgili. Resim yaptığı gibi, gitar ve saz çalan, bir yandan da şarkı söyleyen, hayat dolu, iyi bir dost.
Ankara hüznüm azalmadı. Evimi özledim nedense birdenbire.
Özdemir Asaf’ın, “Yalnızlık paylaşılmaz / Paylaşılsa yalnızlık olmaz,” dizelerini yalnızlık felsefesi bağlamında analiz etsem, saçma iki dize olduğu sonucuna varır mıyım acaba? Belki bir başka zaman.
24 Ekim, Ankara
Bugün çok güzel bir münazaraya yöneticilik yaptım. Bilinçdışının olduğunu savunan bir grupla, psikanalitik olarak bilinçdışının artık gerekli olmadığını savunan sinirbilimci bir grubu münazarasına. Felsefe çalışma grubunun bir etkinliğiydi ve çok güzel geçti. Ardından, birlikte bir ‘Klinik Felsefe’ kitabı çıkaralım mı diye konuştuk genç meslektaşlarla. 2027 yılının başında yayınlanacak bir eser olarak. Becerebilirsek çok önemli bir eser olacağını düşünüyorum.
İstanbul’a dönmeyi özledim. Dönüyor olmanın verdiği tebessümü.
Bugün İzmir’den genç psikiyatri asistanlarıyla biraz sohbet ettik. Benim son zamanlarda üzgün, melankolik olduğumu düşünüyorlarmış. Yazdıklarımdan bunu çıkarmışlar. Mutlu olmamakla mutsuz olmak arasındaki farkı bilemeyecek kadar gençler. Mutlu olmamayı mutsuz olmak sanıyorlar. Oysa insanın doğal hali bu. Günce olarak kaleme aldığım her şey benim günlük normal ve doğal halimin bir yansıması olduğundan okurlarımı bir miktar şaşırtıyorum sanırım. Oysa ben hayatından memnun ve huzurlu bir insanım. Elbette dünyanın içinde bulunduğu durum benim de içimi kederle dolduruyor ve kişisel memnuniyetim ve huzurum önemini yitiriveriyor bazan. Ama gerçekten bazan.
Bu akşam kongrenin gala yemeği var. Çok içilecek, çok dans edilecek, kurtlar dökülecek. Nasıl da ihtiyacı var insanların buna.
Okumak, yazmak ve seyahat ederek yaşamak üzerine bir hayat istiyorum. Bu yaşımda bunu hakettiğimi düşünüyorum ama hayat başka bir şey dayatıyor.
25 Ekim, Ankara (Esenboğa Havalanı)
Bir gün önce dönmeye karar verdim İstanbul’a. Geç vakit, havaalanında gazetemi okuyup uçuş saatimin gelmesini bekliyorum. Havaalanlarını tekrar sevebileceğimi gerçekten düşünmezdim. Bu geçicilik duygusu çok iyi geliyor bana. Esenboğa Havaalanının küçüklüğü de ayrıca güzel.
Ankara’nın kendisinin bir suçu yok buradan gitmek istememde. İstanbul çekti beni birdenbire kendine. Arnavutköy’e evimde olmak istedim.
Şimdi gazeteme döneyim ve İstanbul’u bekleyeyim.
26 Ekim, İstanbul
Bugün doğum günüm. Dostlarım ve sevdiklerim benden daha çok önem verdiler bu güne. Bir insanın doğduğu gün neden önemli olsun bilmiyor olsam da, gariptir, doğum günümün kutlanması hoşuma da gidiyor. İnsan doğası ne garip. İhtiyacı olmadığını sansa da onaylanmayı istiyor. Bu yaşta bile.
Gece oldu. Evimdeyim, hafif alkollüyüm. Yarın seanslarım var. Leonard Cohen dinliyorum. Yalnız olmak ne kadar iyi geliyor ve yalnız olmanın keyfini sürüyorum işte. Hayal kuruyorum ve istediğim her şeyi yaşayabiliyorum bu sayede. Birazdan son kadeh şarabımı içeceğim, Leonard Cohen’i Bach’ın piyano konçertolarına değiştirip bir İskandinav polisiyesine dalacağım. Hayatın içimde salınmasına izin vereceğim. Bir şiir olan hayatın.
Günün süsü Edip Cansever’den: Ya alkol olmasaydı. Bir uzun bardaklarımız vardı. / Herkes / Birbirinden artardı / Bulanık, bugün artardı / Kuru gök, kuru bir yağmur bırakırdı sesimize / Çok uzaklarda çok düşündüğümüz bir şey solar solar solardı.
