Artık kim görüldüğümüz gibi değil, görünmemiz istenildiği gibi.
Siyasetten markaya, sanatçıdan sosyal medya mecrasına kadar her şey algı yönetimi üzerine kurulu.
Ve algı yönetimi yalnızca bir strateji değil, yeni çağın düşünme biçimi.
Siyasiler sandıkta değil sosyal medyada yarışıyor.
Bir söylenti yükseliyor, bir paylaşım çoğalıyor, bir fotoğraf viral oluyor.
Seçmen algısı çoğu gerçek veriden önce şekilleniyor.
Algı yönetimi, insanların görmek istediğini veya algılamaya hazır olduğunu öne çıkarma sanatı.
Bugün bu yaklaşım markaların vitrininde, influencer paylaşımlarında, sanatçıların imaj tasarımlarında da aynı yoğunlukta.
Bir marka kriz geçiriyor.
İş insanı imajını düzeltmek için danışmanlık alıyor.
“Nasıl algılanıyoruz?” sorusu “kim olduğumuz?” sorusunun önüne geçiyor.
Kimi zaman tek bir fotoğraf, tek bir cümle, tek bir jest bütün resmi belirliyor.
Sanatçılar kendilerini kampanyalarla yeniden tanımlıyor, bir kare milyonlara ulaşıyor ama o kare sahnenin tamamını taşımıyor, yalnızca yönetilmiş bir anı.
Algı yönetiminin araçları çoğaldı.
Sosyal medya filtreleri, sahici görünen ama kurgulanmış videolar, görünürlük üzerine kurulu stratejiler.
“Bizi böyle algılayın” mesajı açık ya da örtük biçimde yayılıyor.
İnsanın içini ısıtan hayvan videolarından kusursuz defile görüntülerine kadar birçok içerik gerçeği andırıyor.
Hissettirilen gerçeklikle yaşanan gerçeklik arasında ince ama belirleyici bir fark oluşuyor.
Siyasette algı yönetimi daha görünür.
Kampanyalarda slogan değil algı satılıyor, görüntü değil izlenim, söz değil duruş.
Bir liderin bir jesti dünyada yankı bulurken aynı anda farklı sahnelerde farklı algı savaşları yürüyor.
Medya ve iletişim artık yalnızca bilgi aktarmak için değil, etki tasarlamak için kullanılıyor.
“Gerçeklik” kavramı kırılganlaştı.
Bir reklamda doğal vurgusu, bir basın toplantısında şeffaflık iddiası, bir sanatçının özür metni.
Algı, anlatıdan önce davranışı yönlendirir hale geldi.
“Bu ürünü alırsam böyle algılanırım”, “Bu sanatçıyı desteklersem bu duruşa yakın olurum”, “Bu lideri paylaşırsam bu tarafa geçerim” gibi görünmez hesaplar çalışıyor.
Peki bunun sonunda ne kalıyor?
Bir taraf özgürleşmiş gibi görünüyor.
Marka, sanatçı, siyasetçi seçiliyor, beğeniliyor, takip ediliyor.
Diğer taraf ise sürekli algıya hizmet eden bir izleyici olarak şekilleniyor.
Benlik, o izlemeler arasında gölgeleniyor.
Kişisel marka, kişisel gerçekliğin önüne geçiyor.
Algı yönetimi bizi kolaylaştırıyor gibi.
Mesaj ölçülüyor, sonuç yönetiliyor, imaj koordine ediliyor.
Ama aynı zamanda zorlaştırıyor.
Çünkü kendin kalmak artık bir stratejinin parçası değil, çoğu zaman riskli bir hamle.
Ve algı ile gerçek arasındaki köprü her gün biraz daha inceliyor.
Markalar, siyasiler, sanatçılar danışmanlık alıyor.
“Nasıl algılanıyoruz, algımız ne” soruları masada.
Ama çoğu zaman “Nasıl olmak istiyoruz” sorusu sorulmuyor.
Bu sessizlik, yönetilen algının zayıf halkası oluyor.
Sonuçta algı yönetimi çağında yaşıyoruz.
Bir yandan özgürlük şarkıları söylüyor, öte yandan görünürlüğümüzü ölçüyoruz.
Ve belki de en büyük çağ sorusu şu: Algılanan biz miyiz, yoksa algıyla yönetilen biz mi?
