Ben bile acının olmadığı bir makale yazarken utanıyorum.
Sanki kelimeler artık bir lüks, vicdanı unutturan bir süs gibi geliyor.
Oysa bu şehirde acı, bir reklam panosunun hemen arkasında nefes alıyor.
İstanbul’da deprem toplanma alanlarından her katta havuzu olan apartmanlar yükseliyor.
Bir zamanlar insanların canını kurtarmak için koşacağı o alanlar şimdi otopark, rezidans, gökdelen.
Altında market, üstünde sonsuz manzara.
Bir şehrin vicdanı rantla değiş tokuş edilmiş.
Her sabah uyandığımız bu şehirde artık sesler bile farklı.
Kimi çocuk parkı yerine beton karıştırıcısının sesine uyanıyor.
Kimi penceresini açtığında nefes almak yerine toz yutuyor.
Ama reklam panoları parlıyor.
“Yeni yaşam alanları, yeni hayatlar” diyor.
Oysa o yeni hayatların üzerine eski umutlar gömülmüş durumda.
Sokakta yürüyen insanların gözlerinde aynı yorgunluk var.
Bir yanımızda savaş haberleri, bir yanımızda doğa felaketleri, diğer yanımızda lüks konut tanıtımları.
Bir yanda umutsuzluk, diğer yanda gösteriş.
Ve bu iki uç, aynı şehirde el ele veriyor artık.
Bir taraf yıkılırken diğer taraf yükseliyor.
Deprem riski olan bir şehirde, sanki yer kabuğu değil de vicdan kabuğu çatlamış gibi.
Eskiden bir felaket olduğunda insanlar birbirine sarılırdı.
Şimdi herkes kendi dairesine kapanıyor.
Cam balkonların ardında steril korkular büyüyor.
Komşuluk kalmadı, sokak hafızası kalmadı, dayanışmanın yerini çıkar aldı.
Ama herkes bu duruma alışmış gibi.
Sanki bu yeni normalmiş gibi.
İstanbul artık bir distopya kenti gibi.
Ruhsuz, hızlı, pahalı ama bir o kadar da yalnız.
Kentin kalbinde lüks daireler, çevresinde çöken binalar.
Bir taraf billboardlarda mutluluk satıyor, diğer taraf bir parkta battaniyeye sarılı hayatını korumaya çalışıyor.
Ve biz bütün bunlara alıştık.
Alıştıkça da biraz daha kaybettik.
Belki de asıl deprem hiç başlamadı.
Belki de sarsıntı binalarda değil, insanlarda.
Birbirine duyarsızlaşan kalplerde, sessiz kalan dillerde, umudu unutan şehirlerde.
Artık ne sarsıntı korkutuyor bizi ne de çöküş.
Çünkü ruhumuz zaten çoktan yıkılmış durumda.
Ama yine de bir umut kırıntısı var belki.
Bir çocuğun oyun alanında, bir ağacın gölgesinde, bir yaşlının bankta oturup sessizce dua etmesinde.
O küçük alanlar hâlâ kurtarılmış bölgeler gibi.
Belki de yeniden insan olmanın, yeniden inşa etmenin başlangıcı orada gizli.
Her şeye rağmen bu şehir hâlâ nefes alıyorsa, belki de o nefes bizim son vicdanımızdır.
