Bir eşya kaybolduğunda bütün ev aranır ama bulununca bir kenara bırakılır. Çünkü aradığımız şey çoğu zaman eşya değil, onun yokluğunun yarattığı boşluktur. İnsan boşlukla yüzleşince anlamaya başlar. Kaybetmeden kıymet bilmemek belki kusur değil, türün refleksi. Çünkü insan dolu olana değil eksilene uyanır.
Bir dost uzaklaşınca sesine kıymet veririz.
Bir şehirden taşınınca sokak kokusunu hatırlarız.
Bir sevgili gidince gülüşündeki ışığı fark ederiz.
Kaybetmek bazen öğretmendir.
Ama öğretisi acıyla gelir.
Garip olan şu ki elimiz doluyken değer görmez, boş kaldığında kıymetlenir. İlişkide de böyle, şehirde de, sağlıkta da. İnsan sahip olduklarını kenara koyup yokluklarını büyütür. Eksilen yanımızda yankı duyulur, tamam olanda sessizlik. Belki de insan sessizliği duyamadığı için kıymeti kaçırır. Değer sesi kesilince gelir.
Bazen kayıp gerçek değildir.
Bazen kayıp fark ediliştir.
Yan yana olduğumuz halde uzaklaşmak da bir kayıptır.
Aynı sofrada olup birbirine dokunmamak, aynı evde nefes alıp birbirinin ruhuna değmemek, bu da yokluğun başka bir çeşidi.
İnsan birini kaybetmeden önce bazen çoktan kaybeder.
Ve bu sadece insan ilişkilerinde değil, sanat ve üretimde de böyledir.
Bazı ressamlar ömürleri boyunca aç kalır, elleri boyaya bulanır, gönülleri tabloya.
Sergiler boş geçer, tablolar alıcı bulmaz.
Sonra gün gelir ölürler ve birden değer yükselir.
O resimler milyonlar eder.
İnsan elindeyken değil kaybedince büyütür değeri.
Mozart senfonilerini yazdı, yaşarken anlaşılmadı.
Van Gogh yüzlerce eser bıraktı ama yaşarken tek bir tablo satamadı.
Bugün dünyanın en büyüklerine ait olduklarını söylüyoruz ama o duysa inandırmak zor olurdu belki.
Kıymet geç fark edilir.
Belki bu yüzden aslında kayıp değil, geç kavrayıştır asıl mesele.
Ailede de böyle.
Yaşarken bıktığımız sesler, öldüğünde en çok özlenen uğultuya döner.
Babaannemiz çok konuştu diye yaka silkmişizdir ama kaybedince dilimizden düşmez.
Babaannem şöyle derdi diye başlar cümleler.
Belki biz onu anlamamışızdır ama eksilince anı büyümüştür.
Çocuğumuz dağınıktır.
Eşyaları ortada, talepleri yoğun, sesi bol.
Bir gün büyür, gider, ev sessizleşir.
Keşke dağıtsa, keşke evi karıştırsa, keşke bir bardak su istese diye iç geçiririz.
Sessizlik önce huzur verir, sonra içe batar.
Eksilen şey dağınıklık değil, var oluşun sesidir.
Eskiden komşuluk vardı.
Bir tepsi börek yapılır, kapıya vurulur, çocuklara gönderilirdi.
Kapılar kapanmazdı.
Herkesin evinde sandalye eksik olmazdı, kahve fincanı hiç yerini bulmazdı çünkü sürekli başka evlere taşınırdı.
O kalabalıklardan şikayet ederdik.
Şimdi kapı günlerce çalmaz.
Bir kahveye gelen yoktur.
Ve biz yalnızlıktan şikayet ederiz.
Meğer o kalabalık hayat gürültü değilmiş, canlılıkmış.
Yetmezlik değil, geç fark ediş.
Şikayet ettiğimiz birçok şey bugün özlediğimiz oldu.
Demek ki sorun dolulukta değil farkındalıkta.
İnsan değerini varken görmüyor, gidince hatırlıyor.
Bu yüzden asıl mesele kayıp değil.
Mesele varken hissedebilmek.
Bir insan yanımızdayken onu tanıyabilmek.
Bir şehrin sokak kokusunu yaşarken fark edebilmek.
Bir annenin sesini duyarken şükredebilmek.
Bir çocuğun koşmasını izlerken sabır gösterebilmek.
Kaybetmek öğretir.
Ama bazen ders pahalıdır.
Belki de en büyük büyü, değer kaybolmadan değer bilmektir.
Kaybedince anlamak değil, varken sevebilmektir.
Eksilince özlemek değil, doluyken kıymet bilmektir.
İnsan neyi kaybettiğini kaybedince anlar doğru.
Ama daha doğrusu şu olabilir.
İnsan neyi kaybettiğini fark ettiğinde hala kazanabilir.
Çünkü fark ediş geç gelse de geç kalmış sayılmaz.
Bugün kapısı çalmayan ev yarın yeniden kahve kokabilir.
Yalnızlık misafirle kırılabilir.
Özlem aramayla değil adım atmayla hafifler.
Değer bazen yoklukla anlaşılır ama bilinçle büyür.
Belki artık kaybetmeden anlamayı öğrenme zamanı.
