Doymak mı, doldurmak mı? Modern dünyanın indirimlerle şekillenen arzularını ve tüketim alışkanlıklarını yeniden düşünmenin tam zamanı.
Eğer o pantolon indirimdeyse, isteğin haklıdır.
Artık modern dünyanın vicdanı böyle çalışıyor.
İstek mi, ihtiyaç mı, bütçende yer var mı, yok mu diye düşünmeden sepete tıklıyoruz.
Çünkü beynimiz indirimi ödül olarak algılıyor.
Dopamin salgılıyor, kendimizi iyi hissediyoruz.
Sanki bir başarı elde etmişiz gibi.
Oysa çoğu zaman o pantolon dolabın bir köşesinde, etiketiyle öylece kalıyor.
Bir de o bahaneler:
“Zayıflarsam giyerim.”
“Seneye fiyatı artar.”
“Bir daha böyle indirim gelmez.”
Oysa fırsat sandığımız şey, çoğu zaman sadece bir alışveriş bahanesi.
Gerçekten ihtiyacımız olmayan bir şeyi, duygusal bir boşluğu doldurmak için alıyoruz.
Bu yalnızca kıyafette değil, hayatın her alanında böyle.
Mutfağın dolabı, buzdolabı, banyonun rafı…
İki kişi yaşayan evlerde yirmi çeşit peynir, beş çeşit zeytin, sekiz çeşit yoğurt.
Oysa çoğu çöpe gidiyor.
Gerçek açlık yok ama doldurma isteği bitmiyor.
İnsan artık doymak yerine doldurmayı seçiyor.
Derin dondurucu tıka basa dolu, ama içimiz boş.
Çünkü biz artık karnımızı değil, hislerimizi doyurmak istiyoruz.
Ve sistem tam da bu duygunun üzerine kurulmuş durumda.
Üstelik bu sistem bizim kültürümüzden doğmadı; ithal edildi.
Black Friday, Singles Day, Cyber Monday, Halloween, Christmas, Valentine’s Day…
Hepsi başka kültürlerin pazarlama icatlarıydı, şimdi bizim takvimimize sızdılar.
Bizde olmayan “Haloween indirimleri”, “Single Day çılgınlığı”, “Black Friday fırsatları” artık yılın her ayında başka bir kılıkla karşımıza çıkıyor.
Ardından geliyor “Efsane Cuma”, “Süper Salı”, “Perşembe Şenliği”, “Yılbaşı Kaçmaz.”
Takvim bile bir alışveriş taktiğine dönüşmüş durumda.
Sloganlar değişiyor ama mesaj hep aynı: “Şimdi al, çünkü yarın pahalanır.”
Sanki her gün, bizi biraz daha tüketime ikna eden bir milli bayram kutlanıyor.
Pazarlama sektörü bunu çok iyi biliyor: Ne kadar çok kampanya varsa, o kadar çok duygu tetiklenir.
Tüketici, ihtiyaçla istek arasındaki çizgiyi kaybeder.
Ve o ince çizgi, bilinçle dürtü arasındaki sınırdır.
Ben bir dönem bunu kendimde test ettim.
Bir ay boyunca kredi kartı kullanmadım.
Sadece nakitle yaşadım.
O kadar ilginç bir deneyimdi ki…
Markete gidiyorsun, bir şey beğeniyorsun ama cebindeki para sınırlı.
Kasanın önünde düşünüyorsun: “Buna gerçekten ihtiyacım var mı?”
Bir şeyleri yerine koyuyorsun, vazgeçiyorsun, erteliyorsun.
Ve fark ediyorsun ki, ihtiyacın sandığın şeylerin yarısından fazlası aslında sadece istekmiş.
Sonra tam tersini denedim.
Bir ay boyunca sadece kredi kartı kullandım, hiç nakit taşımadım.
Ve o kolaylık duygusu…
Bir kart uzatmak, parayı görmeden harcamak.
Beyin “para verdim” sinyalini bile almıyor.
Sanki harcamıyor, sadece geçiriyor gibisin.
O kadar kolay ki.
O kadar aldatıcı ki.
İşte o zaman anladım:
Kredi kartı sadece bir ödeme aracı değil, psikolojik bir tuzak.
Ve sınır koymadığın sürece seni içine çeken görünmez bir girdap.
Bütçeni yönetmek aslında para işi değil, duygu işi.
Kendini tanıdıkça, sınır koymayı öğrendikçe, paranla değil, kararlarınla zenginleşiyorsun.
Çünkü mesele o pantolonu almak değil, o pantolonu neden almak istediğini anlayabilmek.
İstek, duygusal bir dürtüdür.
İhtiyaç ise farkındalık.
İstek “şimdi” der, ihtiyaç “gerektiğinde.”
İstek doyurulmak ister, ihtiyaç karşılandığında susar.
Ama biz öyle bir dönemdeyiz ki, istekler artık ihtiyaç gibi sunuluyor.
Reklamlar, kampanyalar, influencer’lar hep aynı melodiyi çalıyor:
“Al, çünkü sen buna değersin.”
Oysa bazen değeri korumanın en güzel yolu almamaktır.
Bu yazı “asla harcama” diyen bir manifesto değil.
Bazen bir istek de ruhu besler, iyi gelir, motive eder.
Ama dengeyi bilmek, kendini korumanın en zarif hâlidir.
Kredi kartı borcunu her ay tam ödeyebiliyorsan, problem yok.
Ama asgarisini ödüyorsan, o borç senin değil, sen onun esirisin.
Kasanın önünde “vazgeçiyorum” diyebilmek, özgürlüğün en sade hâli.
Çünkü satın almadığın her şey aslında sana kazandırır.
Ve belki de en büyük lüks, almamakta gizlidir.
Bazen en iyi yatırım, dolabına bir pantolon daha koymak değil, kendine sınır koyabilmektir.
Çünkü farkındalıkla yaşamak, hiçbir indirimin sunamayacağı kadar değerlidir.
Ve unutma, bu dünyada her gün yeni bir “cuma” icat edilebilir ama kendine sadık kalmanın günü yoktur, o her gün senin seçimindir.
