Paul Auster'ın bizi kışkırtan bir yanı vardı. Romanlarının gücü de buradan geliyor. Modern insanın en büyük korkularından birini, kendini kaybetme korkusunu çok iyi anlatıyordu.

Sokakta yaşayan insanlara imrenen, onlar gibi bir hayat sürmek isteyen bir arkadaşım var. Aynı anda üç-dört topu havada tutmaya çalışan jonglörler gibi o da uzun zamandır birkaç işi aynı anda idare etmeye çalışıyor. Yorgun. Yerinde kim olsa her şeyi bırakıp kaçmak ister.

Onu bir sokak insanı olarak tahayyül etmek zor değil: Orada, taşın üzerine kıvrılmış, kafası yeni bitirdiği bir şişe şarapla dumanlı; biz modern hayatın kölelerine kendinden hoşnut bir gülümsemeyle uzaklardan bakıyor…

Ona bunu, sokak insanı olarak hayalimdeki görüntüsünün ne kadar mutlu göründüğünü söyleyemem. Laf aramızda, ortak üstlendiğimiz bir iş var, sokağa düşmesini istemem. Üniversite çağında iki oğlu ve taksitlerini ödemek zorunda olduğu bir banka kredisi olduğunu hatırlatıyorum onun yerine.

Sokakta yaşama arzusunu hiçbir zaman gerçeğe çevireceğini sanmam. Ne de olsa mantıklı biri. Ama buna kefil olur musun, derseniz, hayır, olmam. Görüyorum ki öyle bir potansiyeli var.

Parası için yaşlı bir kadını baltayla öldürebilecek (Raskolnikov) veya hoppa sevgilisi için babasının canına kastedebilecek (Karamazov) kimseyi tanımadım. Ama çevremde düşen veya her an düşebilecek çok insan var.

Paul Auster en büyük korkularımızdan birini dışa vurur

Paul Auster romanlarının gücü bana kalırsa modern insanın en büyük korkularından birini, kendini kaybetme, düşme korkusunu çok iyi anlatabilmekte gizlidir. Sokakta yatıp kalkmak isteyen arkadaşımın hiçbir şey yapmadan günlerce kitap okuyan ve yavaş yavaş dünyadan kopan ‘Ay Sarayı’nın kahramanı Marco Stanley Fogg’dan pek bir farkı yok mesela.

İyi denebilecek bir işi, mutlu bir ailesi varken uyuşturucuya kapılan ve erken yaşta sersefil ölen A.’nın üniversitede sınıfın en parlak öğrencilerinden biriyken iş hayatına ayak uyduramayan ve kendini yollara vuran ‘Timbuktu’nun kahramanı Willy G Christmas’tan…

Hamamlar üstüne beğeni toplayan bir kitap yazan, yol üstü lokantaları üstüne bir yenisini yazmaya hazırlanırken delice bir radikalizme savrulan ve genç denebilecek bir yaşta öldürülen O.’nun gelecek vadeden genç bir şairken Amerikan devletine savaş açan ‘Leviathan’ın kahramanı Benjamin Sachs’tan…

Arkadaş grubumuzun en çok kitap okuyanı, en bilgili üyesiyken bir gün ortadan kaybolan ve günler sonra kendinden geçmiş halde İstanbul’un ücra bir semtinde bulunan Ç.’nin kim olduğunu bilmediği birini takip ederken yavaş yavaş bilincini yitiren ‘Cam Kent’in unutulmaz kahramanı Daniel Quinn’den…

Yanlış kadına aşık olup önce ailesini, sonra işini yitiren S.’nin ‘Şans Müziği’nin kahramanı Jim Nashe’ten…

Neden her gün aynı saatte işe gidiyoruz? Neden bazı günler işe değil de deniz kenarına gitmiyoruz? Toplantılarda çalışanlara hakaret eden o lanet olası genel müdürün gözünün üstüne neden bir kroşe indirmiyoruz?

Çünkü bunlardan birini yaparsak kendimizi kaybetmiş, düşmüş oluruz. İnsan bir kez düşkünlükle, delilikle damgalanmaya görsün…

Auster’ı okurken kendimizden korkarız, çünkü pek çoğumuzun içinde her şeyi bırakıp kaçmak, geceyi evde değil şu taşın üzerinde geçirmek, çalışanlara hakaret eden müdürün suratına bir tane patlatmak isteyen biri var.

‘Beni arzuladığım şeyden koru’

Gelecek kaygısı, kanun, nizam, aile diye bir şey bilmeyen ilkel bir vahşi o. Bizi uçuruma götürecek şeyler arzulayıp duruyor hep. Onu kontrol altında tutabilmek için büyük bir enerji harcıyoruz. Kavramsal sanatçı Jenny Holzer’ın 1981’de New York’un Times Meydanı’ndaki billboard’da sergilediği ünlü işinde dediği gibi: “Beni arzuladığım şeyden koru” (“Protect me from what I want”).

İşte bu korku, düşme, kendini kaybetme korkusu saçma bir hayatı sorgusuz sualsiz sürdürmemizi sağlıyor.

Müdürlerine sinirlenip yoksulluğu, açlığı umursamadan istifayı nasıl bastığını anlatan internet fenomenini hatırlıyor musunuz? Videoyu seyredip bir yandan ne kadar şuursuz biri olduğunu düşünürken bir yandan da gizli gizli yerinde olmayı arzulamamış mıydınız siz de?

Bu çağda parası için yaşlı bir kadını baltayla öldürmez veya hoppa sevgilisi için babasının canına kastetmez hiç kimse. Ya da neredeyse hiç kimse. Ama herkes o lanet olası müdürün gözünün üstüne kroşe indirebilir.

Bunu hiçbir zaman yapmayacağınızın, bir gün işe değil denize gitmeyeceğinizin, biraz okumak için oturduğunuz koltuktan haftalarca kalkmayacağınızın, yıllarca çalışıp didinerek inşa ettiğiniz hayatı saçma sapan bir şey için berhava etmeyeceğinizin garantisi var mı?

Yok.

Olmadığı için de Paul Auster romanlarını korka korka okuruz.

Karanlığa çok uzun baktığımızda karanlığın da bize bakmaya başladığını bildiğimiz için.

Bu, romanlarından kendime dair çok şey öğrendiğim büyük bir yazara veda yazısıydı.