Siyaset, bir gün yeniden, düşünme cesaretini gösterebilecek mi?

Yoksa ‘aidiyetin gürültüsü’, ‘fikri bastırmaya’ devam mı edecek?

NYT’nin başlığı “Republican Identity Divide” olan güncel bir makalesi, Cumhuriyetçi Parti’nin bugün esas derdinin ‘politika’ değil, ‘kimlik krizi’ olduğunu savunuyor. 

Hem de, süper devletin paçası tam anlamıyla tutuşmuşken.

Parti içindeki bölünme, vergi, dış politika ya da devletin küresel sorunları gibi başlıklardan ziyade, “Cumhuriyetçi olmanın ne anlama geldiği” sorusunda yoğunlaşıyor.

Yazının temel iddiası şu: 

Cumhuriyetçi Parti artık ‘ortak bir muhafazakâr dünya görüşü’ etrafında değil, ‘duygusal ve kültürel aidiyetler’ etrafında şekilleniyor.

Öne çıkarılan, Trump’ı bir siyasi liderden çok ‘kimlik sembolü’ olarak görenler ile cumhuriyetçiliği ‘kurucu bir gelenek’ olarak tanımlayanlar arasındaki, ‘Sadakat – İlke çatışması’. 

Cumhuriyetçi seçmen ve siyasetçiler için asıl sınavın artık “hangi politikayı savunuyorsun?” değil, “kime sadıksın?” sorusuna indirgenmiş oluşu… 

Parti içindeki güçlü damar, kendisini ‘çoğunluk’ olmaktan ötede ‘kuşatma altındaki bir kimlik’ olarak görüyor. 

Bu da, ülkede uzlaşma ihtiyaçken, gittikçe sertleşmeyi teşvik ediyor.

Sorun şu noktada düğümleniyor: 

Cumhuriyetçi Parti, ‘ideolojiyle’ mi yoksa ‘aidiyetle’ mi yoluna devam edeceğine karar vermedikçe, bölünme derinleşecek. 

Bu tartışma, sadece ABD siyasetiyle ilgili değil.

Modern demokrasilerin tekmilinde, baş veren yapısal bir soruna işaret ediyor. 

Kimlikten İdeolojiye’ değil, ‘Kimliğin Kendisine’ Siyaset.

Amerikan siyasetinde Cumhuriyetçi Parti içinde yaşanan bu ‘kimlik yarılması’, Türkiye’deki duruma şaşırtıcı derecede yakın. 

Çünkü mesele, ne gelir adaletsizliği, ne vergi oranları, ne de ülkenin makro dertleri. 

Mesele, siyasetin artık ne söylediğinden çok, kimin söylediğiyle anlam kazanması.

Bugün Türkiye’de de siyaset, ‘duygusal sadakatler’ üzerinden kuruluyor. 

Seçmen, bir ‘programın’ değil, bir ‘kimliğin’ savunulması peşinde…

Tıpkı ABD’de Trump figürünün bir ‘politikacıdan’ çok bir “işaret fişeği”ne dönüşmesi gibi.

Türkiye’de de liderler birer ‘fikir temsilcisi’ olmaktan ziyade, ‘kamplaşmanın sembolleri’ olarak işlev görüyor.

Bu “dönüşüm” (!), siyaseti ‘ikna alanı’ olmaktan çıkarıp, ‘sadakat sınavına’ dönüştürüyor. 

“Ne düşünüyorsun?” sorusu yerini “Bizden misin?” sorusuna bırakmış durumda. 

Böylece, ‘geleceğe dair bir tasavvur tercihi’ değil, ‘birine tutunma pratiği’ hâli yaşanıyor.

Mağduriyet anlatıları, kültürel kuşatma hissi ve “son kale” söylemi, hem Amerika sağında, hem de Türkiye’de siyasetin güncel gündemi.

Asıl tehlike burada başlıyor.

Kimlik üzerinden kurulan siyaset, kısa vadede kitleleri konsolide edebilir. 

Fakat uzun vadede o kurumları içten içe aşındırır. 

İlke’, ‘hukuk’ ve ‘ortak dil’ geri çekildikçe, siyasal yapı liderin karizmasına bağımlı, kırılgan bir zemine dönüşür. 

Seçim kazanmak mümkün; fakat ‘siyasal bütünlük’ giderek imkânsızlaşıyor.

Bu yüzden hem ABD’de hem Türkiye’de temel soru aynı:

Siyaset, ‘ortak aklın’ mı yoksa ‘ortak öfkenin’ mi alanı olacak?

Bu soru sadece partilerin değil, demokrasinin de kaderini belirleyecek.

Bu soru, Amerika’ya ait değil. Türkiye’ye de ait değil…

Bu soru, kimilerinin ‘pembe umutlar amigoluğu’ yaptığı çağımıza ait.

Şimdilik, sadece zaman zaman artan, zaman zaman alçalan bir gürültü duyuyoruz.

Türkiye’de bu ‘ülkenin ana sesine’ dönüştürüldü.

Siyasiler ‘düşüncenin’ değil, ‘aidiyetin taşıyıcıları’ olarak çok konuşuyor. 

Ama halkların derdi, matrak patates-havuç soyucusu seyyar satıcılarının güldürüyle karışık satış retoriklerini aşmış durumda. 

Siyasetçiler ne olduklarını söylüyorlar da, akıllarında ne var, pek bilmiyoruz…

Geleceğimizle ilgili, kendine dert edinilmiş düşünceleri ve uydurma olmayan inandırıcı çözüm önerilerini ise, bir gün sıra onlara da gelir diye, umutla bekliyoruz.