Kendimizi korurken, ‘kendimiz’ dediğimiz şey neyi kaybeder?

Bu denge kolay değil.

Sanki hepimizin içinde küçük bir “ikna odası” var.

O odada, insan kendi davranışlarına ‘makul gerekçeler’ üretiyor.

Bizi ‘kendine Müslüman’ yapan, ola ki, bu iç monologlar.

Hafif alaylı bir eleştiri gibi duran bir ifade, aslında modern insanın ‘ahlâk’ ile ‘çıkar’ arasındaki kaygan çizgide nasıl yürüdüğünü gösteren bir kültürel metafor.

Ben haksız sayılmam.”

“Benim niyetim temiz.”

“Ben öyle yapmak zorundaydım.”

“Elimden gelen bu kadar.”

“Benim de bir kendi hayatım var.”

Vb.

Kendine hileli aynada bakmanın, boyunu posunu yalancı bir metreyle ölçmenin ve bunları başka yolu yokmuş gibi bir tavırlarla yapmanın, civalı zarla karşısındakini söğüşlemeye kalkışmaktan ne farkı var?

İster çoluk-çocuğun korkunç katliamında, insanlığın açlığında, yalnızlığında üç maymun ol; ister en yakın için en uzak kişi…

Kendi eksik aksak tutumunu, o tutumunun yanlışını “insanlık hâli” saymak, ama ne yaptığının bal gibi farkında olmak; başkasına kendi hesap-kitabına göre bir ‘kota’ ayırıp sonra bunları “kişilik sorunu” sınıfına sokmak, kendini okşamak, hoş değil.

Karşımıza çıkan bir durumda ne yapabileceğini hissedip öyle davranmak o ‘anlık bir karar işi’ midir…

Yoksa, başka tercihlerimizle, ömür boyunca ‘kendimizi ne kadar ve nasıl işlediğimiz’ ile bir yüzleşme meselesi mi?

Bi kere, en başta adalet denen ezeli-ebedi insanlık davasının kendi içimizde şirazesi böyle kaymaya başlıyor. 

Terazinin bir kefesinin hep kendi lehine ağır basması, bir kişiye haksızlık etmek usul usul alışkanlık oluyor.

Sonra gün geliyor, kaybedilmiş bir insanın önünde durup, ödenmemiş  haklar için, “helâl olsun” diyorsun.

İşin başka bir veçhesi daha var:

Kendine Müslüman olmayı” yalnızca toplumsal bir sitem saymak da bir avuntu. 

İnsanın ‘kendini kandırma kapasitesine’ (alçalabilmeye) dair bir uyarı zili sesi o. “Dikkat: Dibe yaklaşıyorsun!”

Sonuçta mesele, dinle-imanla değil, ‘insanın ahlâk denilen vasfı sürekli kendine göre orasından burasından çekiştirip esnetme’ becerisiyle ilgili.

Onun da sonu yok.

Belki de ayrıntılarda saklı olduğu söylenen ‘gerçek’—gerçek etik—tam da bu gerilimi fark edebilmekte gizli:

Vicdanı kollamak ve hakikati çarpıtmaya göz göre göre cüret etmemek.

Kendini avutmamaya, başkasının aklıyla oynamamaya bilinçli olmak, hem de şunu bunu sanki bilmezden gelen biri durumlarına kendini düşürmemek.

O sözün asıl acıklılığı da burada saklı:

İnsan, önce ‘kendine sadakat’ sınavı veriyor.

Ve bu sınavın karnesi, elbette bir deftere kaydediliyor.

Başkasının değil önce kendinin içine, kendi içsesinle.

Yani, insan kendi defterini kendi tutuyor. 

Kafamız karıştığında, arada o defteri açıp okumak lâzım.

Çünkü en zor ‘ibadet’ insanın kendi bahanelerine karşı dürüst olabilmesiymiş.