Simone Weil’in dediği gibi, “Gerçek iletişim ancak ona dikkatin olduğu yerde mümkün olur”.

Gündelik hayatın yükünü taşıyanlar, erken kalkıp yorgun dönenler, kendi küçük düzenini ayakta tutmaya çalışanlar konuşuyor aslında. 

Ama dedikleri duyulmuyor. 

Sade insanın sesi, bir büyük uğultunun içinde kayboluyor.

Çünkü onları dinliyor görünenler, gerçekte dinlemiyor.

Oysa iyimser gelecek vaatçileri çok.

Hepsi biteviye bir şeyler söylüyor ama ‘başkasına dikkatini vermek’ ortalıkta görülmüyor.

Vaat dağıtanlar dikkatlerini insanlara değil; insanlardan elde edecekleri güce, imaja, verilere, gösteriye veriyor. 

Neticede, herkes ‘kendi oyununun’ sonucunu düşünüyor. 

Böyle olunca cümleler boşa düşüyor.

Sade insanın ‘derdi’, dilinin ve söyleneni anlama yetisinin yetersiz oluşu değil; karşısındakinin dünyasının ona sağır oluşu. 

Bunun sebepleri elbette sır değil.

Ama o konular, sade insanlarla meydanlarda değil, kapalı kapılar arkasında kendi aralarında konuşuluyor.

Hepimiz biliyoruz ki, dikkat emek gerektirir. 

Kendini geri çekmeyi, ötekinin ağırlığını taşımayı, bir insanın gerçekte kim olduğunu merak etmeyi … 

Oysa çağımıza ‘hız çağı’ adını bir telaş yakıştıran beyler, hızlıca karar veren, hızlıca tüketen, hızlıca unutan, bir dikkat yoksunluğuyla yaşıyor.

Bugün dünyanın en büyük kırılmalarından biri tam burada:

Konuşan çok, dinleyen az.

Sade insan bu yüzden ‘meramını’ iletmekte zorlanıyor.

Belki de bugünün en radikal dönüşümü, ‘bir insanı gerçekten görmek’ onu ‘dinlemek’ olabilir.

Çünkü meram, bir ‘cümle’ değil; bir ‘varoluş’ hâli’.

Reklamcılık zanaâtinin kurucu babalarından biri, o işi doğru-dürüst yapmak isteyenlere şunu öğütlemişti:

Tüketiciyi budala sanma, unutma o senin karın.”