Döviz rezervlerinin yükseldiği bu dönemde, bu kez de artan rezerv karşılığı piyasaya çıkan TL fazlasını çekmek sorun olmaya başladı. Merkez Bankası’nın uygulamaya başladığı depo yöntemi ise, faturanın yine halka çıkarılacağı kaygısı yaratıyor.

Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in istediği gibi; yurt dışından hisse senedi, tahvil ve swap için gelen sıcak para artık hızla artıyor. Böylece döviz rezervlerindeki açık da kapanmaya başladı Son bir ay içerisinde net döviz rezervlerinde 15-16 milyar dolarlık bir düzelme yaşandı. Eksi 65 milyar dolara kadar inmiş swap hariç kamu dahil net döviz rezervleri, eksi 48 milyar dolara kadar yükseldi.

Ne güzel işte, rezervler iyileşiyor diyebilirsiniz, doğru ama bu sürecin çok hassas yönetilmesi gerekiyor. Rezervleri artırmak için döviz alan Merkez Bankası, bunun karşılığı olan TL’yi piyasaya sunuyor. Aşırı likidite ise Merkez Bankası’nın yüzde 42.5 oranına çıkardığı politika faizine karşılık, piyasadaki ortalama fonlama faizinin çok daha aşağıda kalmasına neden oluyor. Bunun yanında TL likiditesi yüksek olan bankalar, kredi talebi de azaldığı için, yüksek faiz vererek mevduat toplamaktan kaçınıyorlar. Halbuki Merkez Bankası’nın TL’ye dönüşü hızlandırabilmesi için TL mevduat faizlerinin cazip hale gelmesi gerekiyor. İşte bu aşırı likidite bu amacın gerçekleşmesini önlüyor.

Depo faizi yüzde 42.5’in üzerine çıkarsa…

Bankaların yurt dışından döviz borçlanıp Merkez Bankası’na swap yaptığını, bunun karşılığında politika faizinin çok altında bankalara imkan sağlandığını yazmıştık. Bu nedenle de bankalar mevduat faizlerini artırmadılar.

Sonuçta Merkez Bankası rezerv biriktiriyor ama bunun karşılığı piyasaya verdiği TL likiditesi sıkı para politikasının amacına hizmet etmiyor. Belki de bunun da etkisiyle, istendiği gibi iç talebin bir türlü daraltılamadığı görülüyor. Bu çıkan sonuç enflasyonla mücadele açısından önemli bir zaaf oluşturuyor.

Merkez Bankası bu nedenle piyasadaki aşırı likiditeyi çekmek için, 17 yıl sonra, TL depo alım ihaleleri açmaya başladı. İlki dün yapılan 80 milyar TL düzeyindeki ihalelerin devam edeceği, 250 milyar TL olan aşırı likiditenin bu yolla çekilmeye çalışılacağı açık.

İhalede faiz oranı yüzde 42.18 oldu. Bu oran 42.5 olan politika faizinin altında, yakın bir oran olduğu için olumlu karşılandı. Ancak önümüzdeki günlerde devam edecek ihalelerde, depo faiz oranlarının politika faizinin üzerine çıkması söz konusu olabilir. O zaman da Merkez Bankası piyasaya verdiği TL için aldığı faizden çok daha yüksek faiz ödeyerek bu TL’yi geri çekecek anlamına geliyor. Yani Merkez Bankası zarar edecek.

Eski merkez bankacılar bu fazla likiditenin geri çekilmesi için zorunlu karşılık gibi bankalara yük çıkaracak yol izlenmesinin doğru olacağını söylemişlerdi. Ancak belli ki Merkez Bankası bu süreçte yine bankaları kollamayı seçti.

Merkez Bankası zararını kim ödüyor?

Peki, Merkez Bankası bu nedenle zarar etse ne olur? Bilindiği gibi KKM’nin önce yarısı, sonradan tüm faturası Merkez Bankası’na yüklendi. Banka’nın zarar rakamı 850 milyar TL’ye kadar çıktı. ‘Hazine yerine Merkez Bankası’nın zararı arasında bir fark var mı’ derseniz, detayda fark olsa da sonucu aynı.

Merkez Bankası normal olarak kar eder, karını Hazine’ye temettü olarak verir. Dolayısıyla devletin bütçesi Merkez Bankası karı kadar daha az açık verir. Bütçe harcamalarının vergilerle ve borçlanmayla karşılandığını düşünürsek, Merkez Bankası karı olmayınca, daha fazla vergi toplama ya da daha fazla borçlanma gerekir. Borçlanmanın faturası da ödeme dönemi geldiğinde yine bütçeye harcama olarak girer.

Yani iki ihtimalde de halk, Merkez Bankası’nın ödemediği için artan bütçe açığını, ödediği vergilerle karşılar.

‘Halk sadece KDV, ÖTV gibi aldığı mallar ve ücreti üzerinden vergi ödemiyor ki’ denebilir. İyi de, Türkiye’deki vergi sisteminin bozukluğu ortada, bütçe gelirlerinin çok ağırlıklı bir bölümü bu vergilerden oluşuyor. Yani şirketlerin ödediği vergiler, KKM’deki gibi vergi istisnalarının da etkisiyle, toplam gelirde düşük bir paya sahip.

Özet olarak AKP iktidarı istediği sıcak para girişini sağlayarak, rezerv artışını iyileştirmeye başladı. Ancak siyasi tercih olarak bu düzelmenin bedeli olarak ortaya çıkan faturayı da, belli ki yine halkın sırtına yüklemeyi tercih edecek.

Bütün bunlar olurken bazı hükümet yetkilileri, aynen bilindik iş dünyası temsilcileri gibi; asgari ücretin yüksek olmaması gerektiğini, yoksa zamların çok artacağını, enflasyonun yeniden azacağını söyleyerek, asgari ücret zammının düşük tutulması için baskı yapıyorlar.

Halbuki iktisatçılar, örneğin yüzde 50 zam yapılsa, bunun yıllık enflasyona faturasının ancak 5 puan olacağını belirtiyorlar. Şimdi belki, işveren istihdamla ilgili vergi yükünün bir bölümünü, maliyetler çok artıyor diyerek, yine bütçeden ödenmesi için Hükümeti zorlayacak. Yani çalışan işçi, işverenin yaratacağı bu açığı da finanse etmek zorunda kalabilir.

Görüldüğü gibi; ekonomide işler düzelirken de, bozulurken de bedelin büyük bölümü geniş halk kesimlerine ödetiliyor. Daha doğrusu, siyasi bir tercihle iktidar sermayeyi kollamaya, ekonomiyi kötü yöneterek çıkardığı yükü, yoksullaştırdığı geniş toplumsal kesimlerin üzerine yüklemeye devam ediyor.