Dan Brown'un yeni romanı Sırların Sırrı bu sabah kitapçı vitrinlerini süslemeye başladı. Peki ama nedir Sırların Sırrı? Aslında hepimizin bir gün öğrendiği ama hiç kimseye söyleyemediği bir şey. Dan Brown'la bu roman için Ertuğrul Özkök konuştu ve ona Sırların Sırrı'nı sordu. Bakın ne cevaplar aldı.

Bu sabah Türkiye Saati ile 07.00’de New York, Londra, Paris, Berlin, Roma veya 56 ülkeden her hangi birinde kitapçı vitrinlerine bakarsanız göreceğiniz tablo şu olacak:

Dan Brown’ın yeni romanı “Sırların Sırrı…”

Büyük bir ihtimalle vitrinlerin tamamına yakını bu kitapla dolu olmuş olacak.

Çünkü bugün itibariyle bütün dünyada hiç tartışmasız en çok satılacak kitap da bu olacak.

Nereden biliyorsun derseniz, daha önce çeşitli defalar yaşadık da ondan.

Dan Brown kitap dünyasının en büyük “Blockbuster’larından biri…”

Harry Potter ve Yüzüklerin Efendisi ile birlikte dünya kitap piyasasının geçilmesi zor “Triumvirası” onlar.

Dan Brown’ın en sinematografik romanı

Bugün çıkan “Sırların Sırrı” romanını bir solukta okudum.

Dan Brown tutkunlarına şimdiden söyleyeyim.

En sinematografik anlatımlı romanı bu oldu diyebilirim.

Daha kitabın adını öğrendiğim an, onunla bu konuyu konuşma arzusu bir merak böceği gibi derime yapıştı.

Dan Brown’ın ofisi ve Altın Kitaplar’dan “Bu kitap üzerine konuşmak ister misiniz” telefonu geldiğinde bir dakika bile düşünmeden evet dedim.

Benimle konuştuğu yer romandaki bir mekandı

Bu defa kitap üzerine konuşmayı internet üzerinden yaptık.

Ekranda karşıma çıktığında arkasındaki dev kütüphane dikkatimi çekti.

Burası neresi diye sorduğumda aldığım cevap şuydu.

Dünyanın en büyük yayınevlerinden Random House’ın New York’taki merkez binasının kütüphanesiymiş.

Bu bina yeni romanındaki en önemli mekanlardan biriydi.

Dan Brown’ın fotoğraflarına baktığınızda sizde mesafeli hatta biraz soğuk bir insan izlenimi yaratıyor.

Oysa hiç öyle değil.

Son derece sempatik, samimi ve açık sözlü.

Sorduğunuz soruları geçiştirme gibi bir tavrı yok.

Hepsine açık cevaplar veriyor.

Birazdan mülakatı okurken bunu daha çok hissedeceksiniz. 

Okuyacaklara hemen söylemeyeyim.

Bugüne kadarki romanları içinde bilimsel ayrıntıların en ağır basanı bu olmuş.

Bir “Non fiction” kitap okumuş kadar bilgi vardı. O nedenle altını çize çize okudum. 

Roman’da üç mekan geçiyor ama ana mekan Prag.

Bugüne kadar Prag’a üç defa gittim, ama bu kitaptan sonra kesin bir kere daha, sırf “Sırların Sırrı” turu yapacağım.

Kitabı 20 gün önce okumak için gizlilik sözleşmesi imzaladım

Romanı dünyada ilk okuma şansı bulan insanlardan biriyim.

Yayınevi 20 gün önce henüz kitap haline gelmemiş, çoğaltma sayfalarını gönderdi.

Her sayfanın üzerinde “Okuma kopyasıdır” yazılı bir damga vardı.

Ancak bunu göndermeden önce Altın Kitaplar’la bir “Gizlilik sözleşmesi” yaptım.

Kitabı hiçbir şekilde kimseyle paylaşmayacağımı, 9 Eylül öncesinde kitaptan herhangi bir bölümü veya bilgileri paylaşmayacağımı” taahhüt ettim.

Bodrum’daydım, o nedenle şöyle bir zorluğum vardı.

Okuma kopyasını kargo veya maille göndermek yasaktı

Kitabı kargo ile veya e maille göndermelerine izin verilmiyormuş.

Ancak İstanbul’daki evime yayınevi tarafından iletildi.

Ben de oradan almak zorunda kaldım.

Dan Brown kararlaştırdığımız 26 Ağustos günü akşam üzeri saat tam 16’da ekranın başındaydı.

Ben de Bodrum’da iPad’imin karşısındaydım.

O kütüphanenin önünde, ben Vuslat Doğan’ın tablosu önündeyim

O Random House’ın harika kütüphanesinde çok güzel bir dekorun önündeydi.

Ben de Bodrum’da Vuslat’ın çok beğendiğim yeni bir tablosunun önünde.

Bana ayrılan süre 40 dakikaydı.

İşte size bugün bütün dünyada vitrinleri kaplayan ve hiç şüphesiz bu sonbaharın en önemli kitap olayı olan Sırların Sırrı’nın yazarı ile yaptığım bu özel mülakat…

Romandaki Random House’da Dan Brown’a sorduğum sorular

Sizi tekrar  gördüğüme sevindim. Ekrandan gördüğüm kadarı ile harika bir yerdesiniz, Bay Dan Brown.  Öncelikle çok teşekkür ederim. Bana yeni romanınızı okuyan ilk kişilerden biri olma şansını verdiniz.  Ayrıca üçüncü kez sizinle röportaj yapma şansı tanıdınız. 

DAN BROWN- “Evet, biliyorum, harika.” 

-Şunu çok rahat söyleyebilirim. Benim için Da Vinci Şifresi’den sonraki en iyi roman bu. Elimde 15 soru var, tabii vaktiniz yeterse. 

“Anlaştık. Benim de 15 cevabım var…  

Gerçekten ölümün basit bir kimyasal süreç olduğuna mı inanıyorsunuz?

-Öncelikle, bu romanda dikkatimi çeken bir özellik var. Öteki romanlarınız bir ‘cinayetle’ başlıyordu. Bu ise ‘ölümle’ başlıyor, Yani bir cinayeti değil, ölümün ne olduğunu açıklamayla. Ve ölümü beynin basit bir kimyasal süreci olarak tarif ediyorsunuz. Hatta şöyle bir cümle var: ‘When you die, you die’. Gerçekten ölümün  basit bir kimyasal süreç olduğuna mı inanıyor musunuz? Yani öldüğünüzde her şey bitiyor mu?

– “Sekiz yıl önce bu kitabı yazmaya başladığımda buna inanıyordum. Ama artık inanmıyorum.  Robert Langdon gibi oldum: önce şüpheci başlıyor, sonra inanan biri oluyor.  Bu kitabı yazarken geçen uzun yıllarda benim yolculuğum da böyle oldu. Kitabın başında yaptığımsa şüpheci ve rasyonel bir nörobilimciyi kullanarak okuyucuya şunu demekti:  ‘Hayat sonrasında da  yaşam olduğu saçma bir fikir. Olmaz. Tabii ki olmaz. Hepsi kimyasal.’ 

Ölürken başucumda bir rahip istemiyorum

Yani okuyucuya verdiğiniz mesaj neydi? Yeni bir ‘Din mi’

“Hayır okuyucuya şu mesajı verdim: Endişe etmeyin, bu bir New Age din, pozitif hissetme, spiritüel kitap değil. Bu, bilimin ön planda olduğu bir kitap. ‘Mistik bir dini deneyimim oldu ve ölümden sonra yaşam var’ demeye çalışmıyorum.  Başlangıçta ‘hayır, imkânsız diyerek başlıyorum.’ 

Madem ölümü konuşmaya başladık, Frankfurt’ta bana şunu söylemiştiniz:  “Bir gün ölüm geldiğinde başucumda  bir rahibe ihtiyacım olacak mı, gerçekten bilmiyorum.” Şu an bu konuda ne düşünüyorsunuz? 

“Hayır, hala gayet eminim ki ihtiyaç duymayacağım. Zaten hiçbir rahip  gelip benimle konuşmaz herhalde. Bence din, ölüm deneyimi üzerinde tekele sahip değil. Hangi dine inanırsanız ya da agnostik olun, önemli değil. Ölürken aklınızda arkadaşlarınız, aileniz ve tanıdığınız insanlar olur, mistik bir şeyler değil.”

Herkesin bilmek istediği Sırların Sırrı nedir?

Dikkat ediyorum “Ölümden” söz ederken hep “Ölüm deneyimi” ifadesini kullanıyorsunuz. Zaten romanın ana temalarından biri de bu. Öyleyse şimdi romana geçelim.  Bu defa “Sırların sırrı,” diyorsunuz. Yani eski sırların sonu mu, yoksa başlangıcı mı? Çünkü tam olarak anlayamadım. Eğer sırların sırrını öğrenirsek artık sır kalmayacak. Yani bundan sonra artık bir başka Dan Brown okumamıza neden kalmayacak mı?

“Çok doğru bir soru. Sırların sırrının ne olduğunu son sayfada öğreniyorsunuz. Her kültürde, dilde, demografide herkesin bilmek istediği sır, ‘Ölümün sırrıdır.” 

Öyleyse nedir ‘Ölümün sırrı?

“Çok basit. Ne oluyor? Ölümden sonra bir şey var mı yoksa bir son mu? Sırların Sırrı denmesinin sebebi bu. Sonunda hepimiz bir gün bunun cevabını öğreneceğiz.”

O sırrı öğrendiğimiz zaman kime söyleyebiliriz?

O zaman sır olmaktan çıkıyor mu?

“İşte sorun burada. Geri gelip bu sırrı kimseye anlatamayız.  Yani gerçekten ilginç bir paradoks var önümüzde: Sırrı sonunda öğrendiğinde kimseye anlatamazsın.”

Böyle anlatıldığı zaman kulağa mistik bir olay gibi geliyor ama kitabın neredeyse her sayfasında bilim var. Bilim bir gün bu sırrı anlatabilecek mi biz yaşayanlara da?

“Evet. Bence bilim, romanda anlatıldığı gibi bu büyük soruların çoğuna cevap vermeye başlıyor ve zihnin, bilincin, ölümün sandığımız gibi işlemediğinin farkına varmamızı sağlıyor.  Ama ortada anlamadığımız bir sır var.”

Robert Langdon’u ilk defa yatakta bir kadınla görüyoruz

Gerisini romana bırakalım.  Bu romanda ben yeni bir Robert Langdon buldum. Bir kere onu ilk defa yatakta bir kadınla görüyoruz. Üstelik onun ağzından hiç alışık olmadığımız aşk muhabbeti okuyoruz. Langdon değişti mi yani?

“Langdon her kitapta farklı bir güzel kadınla tanışır. Her zaman güzel ve çok zeki bir kadın olur, Evet bu romanda  Langdon’un farklı bir yönünü göstermek istedim. Kitabı aşık bir Langdon’la başlatmak istedim.  Bunun anlamlı bir ilişki olmasını istedim.  Bu yüzden, bu kadının bir yıldır aşık olduğu biri olduğunu söylemek yerine, ki bu daha az ilginç olurdu, -bunun bir ilişkinin başlangıcı olduğunu, ama bu kişiyi hayatı boyunca tanıdığını söyledim. Ve bu konu birdenbire ilginç hale geliyor. Eski arkadaşlar sevgili olduğunda, birbirilerini çok iyi tanıyorlar ama şimdi buna bir de romantizm ekleniyor.”

Yahudi inancının Golem’i Da Vinci’deki Silas mı?

Da Vinci Şifresi romanının en ilginç ve çarpıcı karakterlerinden biri Silas’tı… Silas tuhaf görünümlü biriydi. Bu romanda da “Golem” var. Eski bir Yahudi inancından almış adını. Ancak ilk bakışta insanda sanki Silas’ın replikası gibi bir his uyandırdı. Bu karakter biraz klişeleşmiş mi? 

“Hayır, benzer olduklarını düşünmüyorum, çünkü Silas emir alıyor… Silas emirlerini alır ve körü körüne uyar, Golem ise koruyucu olarak yaratılmış. Çok özel bir görevi var ve kimseden emir almıyor. “

Bu kahramana neden Golem adını verdiniz?

Çok bilinen bir Yahudi inancı karakteri olan ‘Golem’ adını seçmenizin nedeni nedir? 

“Golem’i seçmemin iki, aslında üç nedeni var. Birincisi Prag’ın tarihini ve Prag’daki Yahudi halkının tarihini anlatmak içindi. İkincisi, romanda kendini koruyucu olarak gören bir karakter var. Golem bu karakter için mükemmel bir zıtlık ya da paralellik oluşturuyor. Bilirsiniz, efsanede, bu yaratık hayata geldiğinde kontrolden çıkar. Çünkü yapmak istediği şeye, yani korumaya, çok kararlıdır.”

Romanın ana teması ‘Gezici bilinç’ denen bir olgu. Golem’in bilinci ile bunun arasında ne gibi bir ilişki var?

“Bu ismi seçmemin üçüncü nedeni de bu zaten. Evet gezici bilinçten bahsediyoruz, beyninizi bir radyo gibi açıp kapatabilmekten bahsediyoruz. Golem de bu şekilde çalışıyor. Alnına bu kodu yazana kadar cansızdır. Yazınca sanki bir düğmeye basmışsın gibi birdenbire bilinci açılır ve canlanır ve işini yapar. Yani, birçok açıdan işe yaradı bu karakter.  

Kimsiniz siz? Kurgu yazarı mı, edebi yazar mı, gelecek bilimci mi?

Dijital Kale’yi yazdığınızda yıl 1998’di. O çok zekice yazılmış romanda ‘dijital güvenlikten’ söz ediyorsunuz. Oysa daha dijital dönemin başıydı ve siz insanlığın bir gün böyle çok ciddi bir “Siber güvenlik” meselesi ile karşılaşacağını öngördünüz. Şimdi bu romanda bu sorun bütün açıklığı ile ortaya çıkıyor. Peki bu durumda siz kendinizi nasıl görüyorsunuz? Bir kurgubilim yazarı mı bir edebi yazar mı yoksa gelecek bilimcisi mi m?

“Ben daha çok ikincisiyim. Kendimi hiç bilimkurgu yazarı olarak görmüyorum, çünkü gerçek olanı yazmaya çalışıyorum. Sadece şunu yazmaya çalışıyorum… İleriye bakıp “Ne olacak? Çok yakında göreceğimiz, yüzeyin hemen altında yatan gerçek nedir” diye sormaya çalışıyorum.  Bazı durumlarda, olanı zaten görüyoruz. Haklısınız  ‘Dijital Kale’yi yazdığım dönemde, dijital şifreleme kavramı, internet gizliliği, veri gizliliği, ulusal güvenlik ve kişisel mahremiyet, bütün bunlar o zamanlar çok önemli olmayan konulardı.  Ama ben bunların geleceğini biliyordum. 

Yarın için gördüğünüz en büyük tehlike ne?

Öyleyse bugünden ileriye devam edelim. Bugün ve yarın için neler görüyorsunuz?

“Bugün en çok konuştuğumuz şey bunlar. Yapay zeka her şeyi daha da zorlaştırdı. İnternet güvenliği gittikçe daha zor hale gelecek. Çünkü bu makineler o kadar güçlü ki gittikçe daha büyük şifreleri kırabiliyorlar. “

Çocukken okuduğum yazarlar şunlardı

Madem kendinizi edebi bir yazar olarak görüyorsunuz, o zaman bu kadar başarılı bir yazarlık hayatında size en çok etkileyen yazarlar kimlerdi? Ben şahsen çok merak ediyorum.

“Birçok yazar var.  Çocukken sürekli okurdum. Televizyonumuz yoktu, ailem televizyon istemiyordu. Müzik dinlerdik ve okurduk, işte yaptığımız şeyler bunlardı. Bulmaca ve şifre çözme gibi şeyler de yapardık. Ama ben de herkes gibi aynı çocuk kitaplarını okumaya başladım. 

Gerilimde Robert Ludlum ve Ken Follet

Ben ‘İki Çocuğun Devrialemi” kitabından çok etkilenmiştim çocukken. Sizi etkileyenler nelerdi?

Mesela Dr. Seuss (Theodor Seuss Geisel), Richard Scarry ve Maurice Sendak… Okuduğum ilk kitaplardan birini hatırlıyorum, bir romandı.  Madeleine L’Engle’ın ‘Zamanda Kıvrılma’ adlı kitabıydı, onu çok sevmiştim. Karakterlerin içine girmiş gibi hissettiğimi hatırlıyorum ve bu bir çocuk kitabıydı, ama bir romandı. Sonra Hardy Kardeşler serisinin tüm kitaplarını okudum. Daha sonra Robert Ludlum’a geçtim.  Robert Ludlum bana uluslararası yüksek riskli gerilim romanlarının tadını gerçekten tattırdı. ‘Çakalın Günü’ ve bir de Ken Follet’ın ‘İğne Deliği’ okuduğum diğer iki kitap. 

Fareler ve İnsanlar’ı okuduğumda keşfettiğim şey

Romanlarınızda mekanın da bir karakter olduğunu söylüyorsunuz. Bu size nereden geçti?

“Hazırlık okuluna ve üniversiteye gittim ve orada klasikleri okudum.  Mesela Fareler ve İnsanlar’ı okuduğumu kendi kendime “Bu, bir yer hakkında duyduğum en güzel betimleme” diye düşündüğümü hatırlıyorum. Onun romanlarında, her bir kitabın ilk bölümü o yerin betimlenmesiyle başlıyor. Şunu fark ettim. Yer her zaman bir karakterdir ve onu bir karakter olarak konumlandırmanız gerekir. Mekan, insan karakterlerinizle çok gerçekçi bir şekilde etkileşime girer. “

Shakespeare’den kelime oyunlarını öğrendim

Klasiklerden kimse yok mu?

– “Shakespeare’i çok okurum, kelime oyunlarını severim. Çok zekice kelime oyunları vardır. Ama çoğunlukla kurgu dışı kitaplar okurum.  Joseph Campbell’ın Mitolojinin Gücü kitabı çok çok etkileyiciydi.  Chevalier’in Dictionary of Symbols. Aslında birçok farklı şeyin bir karışımı okuduklarım.”

75 kiloluk Şeytan İncili’ni gerçekten şeytan mı yazdırdı

Bu romanınızda bir “Şeytan İncili” var. Çok ilginç. Gidip mutlaka göreceğim. 75 kiloluk bir İncil ve bir gecede yazılmış. Ve güya yazılışında Şeytan bir rahibe yardım etmiş. Bu konudaki gerçek düşünceniz nedir merak ediyorum. Bunların gerçekliğini öğrenmek için karbon testi yapmak gerekli mi? Mesela Hazreti İsa’nın üzerine serilen ve yüzünün görüntüsünün çıktığı söylenen Torino Kefenine karbon testi yapıldı ve gerçek olmadığı anlaşıldı. Türkiye’de bir tarihçi, İlber Ortaylı ‘İnsanlar inanıyorsa bırakın inansınlar” diyor mesela… Siz ne düşünüyorsunuz?

“Bu çok çok zor bir soru. Ben de insanlar inanıyorsa inanmalarına izin verin diye düşünüyorum. Çünkü fiziksel bir nesne ancak biz ona değer verdiğimizde değer kazanır. Mesela Torino Kefeni ya da Topkapı Sarayı’ndaki bir şey. Belki  fiziksel bir nesne olarak çok fazla değerleri yok, ama biz onlara bir değer veriyoruz.  Yani, eğer bir nesneye değer veriyorsanız ve bu nesne insanlara ilham veriyorsa, ama gerçekliğinden emin olamıyorsanız, bence dürüst olmalısınız. ‘Emin değiliz ve biz gerçek olduğunu düşünüyoruz, demelisiniz. Gerçek olduğuna neredeyse eminiz ve elimizde olduğu için heyecanlıyız. Ama kanıtımız yok demelisiniz.  Bence insanların inanmalarına izin vermelisiniz.”

Sırların Sırrı’nı yazarken arkasında kaç kişi vardı?

En merak ettiğim konulardan biri de şu. Bir kitabı yazarken size kaç kişi yardım ediyor. Çünkü o kadar çok araştırma mevzu var ki. Bana en az 30-40 kişilik bir ekibiniz var gibi geliyor. Dan Brown’ın romanlarında kaç kişi çalışıyor? 

“ Bir kişi…”

Gerçekten mi?”

“Evet sadece ben. Benim hiç araştırma ekibim olmadı. Araştırma ekibiniz olursa şanslı hatalar yapma fırsatınız olmaz.”

Gaudi’nin mezarını araştırırken tesadüfen bulduğu şey

– Şanslı hata mı? O ne demek?

“Şanslı hata demek, örneğin Gaudi’nin mezarını araştırmak için Sagrada Familia Katedrali’ne gittim. Oraya birini gönderip bilgi, fotoğraf ve diğer şeyleri almasını sağlayabilirdim. Ama orada olduğunu bilmediğim bir merdivene rastlamazdım o zaman. O merdivenin kötü adamın ölmesi için çok dramatik bir yer olduğunu fark etmezdim. Yani genellikle, yarı yarıya diyelim, bir bilgiyi aramaya giderim ve sadece benim kullanacağımı bildiğim iki veya üç başka bilgi bulurum. Asistanlarım benim onu kullanacağımı bilemez. O detayları görmezler. Sadece Gaudi’nin mezarını sordu, derler. Yazdığım için, genellikle mekanlar hakkında yazdığım için oraya bizzat gitmek, seslerini duymak, kokularını koklamak ve o mekanda olmanın nasıl bir şey olduğunu gerçekten hissetmek gerektiğine inanıyorum. Bu yüzden ben kendim yapıyorum.

Romandaki editör gerçek hayattaki editörüymüş

Bunun dışında size yardım eden kimse yok mu?

“Şimdi, Random House’da bir editörüm var, Jason Kaufman. Romanda da rolü var, Jonas Faulkman. O benim ilk okurum. İlk ve tek okurum. O bu kitaplarda ne yapmaya çalıştığımı gerçekten anlıyor.  Çok yakın çalışıyoruz. Bizim işimiz bittiğinde “Fact cheking” (bilgi kontrol edenler), düzeltmenler, editörler, avukatlar devreye giriyor. Hayal edebileceğiniz herkes metne girip onu parçalamaya çalışıyor. Doğru olmayan, gerçek olmayan veya bir şekilde hatalı olan her şeyi bulmak için. İşimiz bittiğinde, sunduğum şeyin çok doğru olduğundan gerçekten emin oluyorum.

1195 dolarlık Solaia 2016 şarabın parasını kim ödedi?

Demek ki romandaki editör aslında gerçek hayattaki editörünüzmüş. O zaman onunla ilgili bir soru sorayım. Editörünüz romanda Salomon ve Langdon’u New York’ta bir İtalyan restoranına götürüyor. Orada bir şişe Super Tuscan Solaia 2016 açıyor. Bu çok iyi bir yıl ve araştırdım, mesela Mark gibi bir restoranda bunun fiyatı 1195 dolar. O gece yemeğe editör davet ettiğine göre parayı o ödemiş olmalı. Editör bunu kendi cebinden mi ödüyor yoksa Random House’a mı mı fatura ediyor?

“(Gülerek) Editör ödüyor olmalı…”

Bu kitabın lansmanı için 42 bin kitap imzaladım

Gelecek defa Türkiye’ye gelirken editörünüzü de getirin. Söz, ikinize şahane Türk şarapları tattıracağım ve Solaia’dan da daha az ödeyeceğim. Merak ettiğim bir konu da şu. Böyle bir kitap için genellikle kaç tane röportaj veriyorsunuz?

– “Şöyle söyleyeyim, sana bir fikir versin. Bu kitap 56 dilde yayımlanacak. 42.000 adet kitap imzaladım. Üç ay sürdü. Türkiye’ye iki röportaj veriyorum ve biliyorsunuz 50 başka ülke daha var. Hesabı siz yapın. ABD’de tam emin değilim, tahmin ediyorum 15, 20 röportaj, muhtemelen 10 tane de İngiltere’de. 

Bu kitap için 8 yıl tek başıma çalıştım, şimdi yayıncım ‘Giyin ve çık’ diyor

Çok yorucu bir iş değil mi?

“Evet bu farklı tür bir iş. Yazar olduğunuzda, özellikle de bir kitap için bu kadar uzun zaman harcadığınızda, bu çok komik geliyor. Çünkü ben sekiz yılımı karanlıkta tek başıma geçirdim. Bu kitap üzerinde tek başıma çalıştım. Birdenbire kitap bitti ve yayıncı, “Giyin” diyor. Yüzünüze bir ışık tutuyorlar ve “Git ilginç ol” diyorlar. “Git, dostça davran. “Git, nazik ol.” Ve sen de “Diğer insanlarla nasıl iletişim kuracağımı bile hatırlamıyorum” diyorsun. Yani, tüm bu röportajlar bence gittikçe daha iyi oluyor. Kış uykusundan çıkmaya başlıyorum.”

Eşin yeni doğum yapmışsa sorulmayacak soru nedir?

Son sorum şu: Bundan sonra karakter olarak hangi şehir gelecek?

“Çocuğunuz var mı?”

Evet. 

Tamam. Şunu hayal etmenizi istiyorum. Eşinizin yeni doğum yaptığını, sizin de hastanede olduğunuzu hayal edin. Onun yatağının yanında oturuyorsunuz, o da yeni doğan bebeğini kucağında tutuyor. “Bu çocuktan sonra bir sonraki çocuğa ne isim vereceğiz?” diye soruyorsunuz? Bence bu iyi bir soru değil. Henüz çok erken. Bilmiyorum. Aklımda bazı fikirler var ama gerçekten çok meşgulüm. Çünkü bu kitapla çok gurur duyuyorum. Bence iyi bir lansman hak ediyor. Umarım birçok kişi beğenir.”

Çok teşekkür ederim. Ben kitabı çok beğendim umarım herkes beğenir.