Babam Şükrü Özkök’ü 13 Mart 2000 sabahı kaybettik.
O sabah bulduğum ilk uçakla İzmir’e gidip eve girdiğimde babamın naaşı hala hayatını kaybettiği divanda yatıyordu.
Üstü örtülüydü ve hiç açamadım.
Babamı hep hayatta bana “Ertuğrul” diye seslendiği, buzdolabında benim için hep hazır tuttuğu kalamarları çıkarırkenki haliyle hatırlamak istedim.
Ölüm döşeğindeki masada duran cüzdandan çıkan iki kupür
Cüzdanı yandaki küçük sehpanın üzerinde duruyordu.
Açıp baktım…
Çok az miktarda kağıt para ve gazeteden kesilmiş iki kupür vardı…
Biri benim Öztürk Serengil üzerine yazdığım bir yazıydı…
Çocukluğumun Kahramanlar Mahallesinde onun filmlerinde “Yeşşe” diye seslenişini anlatan bir yazıydı.
Babam onu kesip saklamıştı.
Babamın cüzdanından bir de Güneri Beyin yazısı çıktı
Cüzdandan bir de Güneri Cıvaoğlu’nun bir yazısı çıktı…
Onun Atatürk üzerine yazdığı bir yazıydı…
Rahmetli babam Adnan Menderes hayranı bir Bulgaristan göçmeniydi.
Ailemizin annem dahil bütün üyeleri sonradan Ecevit’e oy verirken o hep sağ liberal düşüncesine sadık kaldı.
Sonradan Demirel’e ve Turgut Özal’a oy verdi…
Babamın benden istediği son şey bir portreydi
Babamın benden istediği son şey güzel bir Atatürk portresiydi…
Cüzdanından çıkan Atatürk yazısını okurken başımı çevirip babamın üstü örtülü naaşına baktım.
Başını dayadığı duvarın üstünde ona gönderdiğim Atatürk portresi asılı duruyordu.
Cüzdanını koyduğu masanın üstünde ise evimizin çocukluğumdan beri hatırladığım Kuran’ı duruyordu.
Öleceğini hissetmiş ve Annemden Kuran okumasını istemişti.
Salı sabahı Güneri Bey’in ölüm haberini aldığımda aklıma gelen ilk şey bu oldu…
Buna ona söylediğimde yüzüne o kadar güzel bir mutluluk ifadesi oturmuştu ki.
Daha geçen haftaya kadar bunu hep anlattı bana…
Sağcı babamın gizlice hayran olduğu solcu iki gazeteci
Güneri Bey beni tanımadan çok önce ben onu tanıdım.
Hacettepe Üniversitesi öğretim üyeliği yıllarımda okuduğum dört gazeten birinin genel yayın yönetmeni ve başyazarıydı…
Sol eğilimli genç bir öğretim üyesiydim.
Hürriyet, Cumhuriyet, Milliyet ve Tercüman gazetelerini okurdum.
Tercüman gazetesinin görüşlerine çok ters bir düşünce yapısına sahiptim ama Güneri Bey ve Nazlı Ilıcak’ı çok takdir ederdim.
Rahmetli babam sağ düşünceli bir insandı ama İlhan Selçuk ve Çetin Altan’ın yazılarının gizli hayranıydı.
Bense sol düşüncedeydim ama Güneri Bey ve Naslı Ilıcak’ın yazılarını ilgiyle okurdum.
Bir de MHP’nin yayın organı Hergün gazetesinin yazarı Taha Akyol’u…
Frankfurt uçağında kulağıma dedi ki, burada bir şey yeme, inince yiyeceğiz
Güneri Bey’le ilk hatıram 1987 veya 88 yılına ait…
O zamanlar Türk gazetecilerinin ne hayatında ne hayalinde A330 gibi bir refakatta seyahat vardı.
Hürriyet’in Ankara temsilcisiydim. Dönemin Başbakanı Turgut Özal’ın Washington ziyaretini izlemek üzere galiba Lufthansa ile Frankfurt üzerinden aktarmalı gitmiştik.
Özal başka bir tarifeli uçakla gitmişti.
Dönüşte Güneri Beyle birlikte dönmüştük.
Hafıza defterimde kalan ilk görüntü sabah saat 7 sularında Frankfurt Havalanına inişimizle başlamıştı.
Ben yeni bir gazeteciydim ve ikinci defa Özal’ın bir dış gezisini takip ediyordum.
O gezide Cumhuriyet’ten Sedat Ergin ve Sabah’tan Güneri Cıvaoğlu’nun çok yardımı olmuştu.
Tecrübesizliğimin ve acemiliğimin boşluklarını onlar doldurmuştu.
Sabah Frankfurt’a inmeden önce kahvaltı getirmişlerdi.
Güneri Bey kulağıma eğilip “Bunları yeme, Frankfurt’ta daha güzel bir kahvaltı yaparız” demişti.
Beni Caviar House’a götürüp bir şişe şampanya ısmarlıyor
Frankfurt’ta beni aldı ve doğruca üstünde “Caviar House” veya ona benzer bir şey yazan bir bara götürdü.
Sonra bir şişe şampanya ısmarladı.
Ve ortaya bir havyar tabağı ile somon füme tabağı getirtti…
Birden paniğe kapıldım.
Cebimde gelenlerin yarısını ödeyecek param yoktu…
Hürriyet’ten aldığım harcırahın bunu karşılaması mümkün değildi.
Gözlerimdeki tereddüdü farkedince bana çok zarif bir şey söylüyor
Gözlerimdeki tereddüdü farkedince bir gülümsemeyle “Sen daha henüz başlardasın. Hürriyet’te yükseleceksin. Birkaç yıl sonra sen de bana ısmarlarsın” dedi.
Üç yıl sonra Hürriyet’in genel yayın yönetmeniydim.
Özellikle Aydın Doğan Hürriyet’i aldıktan sonra o sabahın karşılığını Güneri Bey’e fazlasıyla ödedim.
Ama hafıza defterimde benim ödediklerim değil, hep Güneri Bey’in o zarif jesti kaldı.
İlkler daha kalıcıdır.
Herkesin bana Babıali’de en fazla üç ay verdiği günler
Güneri Bey’in bendeki yeri çok özel…
Basın sektörüne geldiğimde birçok gazeteci benim üç ay içinde gideceğim üzerine iddiaya giriyordu.
O zor zamanlarımda bana içten destek veren, moralimi, direnme gücümü yükselten üç beş insandan biriydi.
Sabah’taki yazılarıyla gazeteciliğe getirdiği yeni üslup, yeni içerik ve renkli bireysel anlatımı çok seviyordum.
Bir de onu bizim nesil gazeteciler için bir tür sendika başkanı olarak görüyordum.
Çünkü o biz gazetecilere durmadan şunu anlatıyordu:
“Gazetecilik bizim mesleğimiz. Ama mesleğimizin dışında da iyi yaşamamız gereken bir hayat var ve bunu ıskalamamalıyız…”
Pazar yazılarımı topladığım kitaba onun bu tavsiyesinden esinlenerek “Arta Kalan Zamanda” adını koymuştum.
O bizim “Arta kalan zamanlarımızın büyük koçuydu…”
Bu yazı benim Güneri Beyim hakkında
O nedenle kimse benden Güneri Bey için tarafsız bir yazı beklememeli…
Yapamam öyle bir şey…
Anlatacaklarım “Benim Güneri Beyim…”
Zaten sadece sevdiğim insanları, sevdiğim kitapları, sevdiğim filmleri, müzikleri yazdım hayatım boyunca…
Beğenmediğim kitap veya film veya insan için yapabileceğim tek eleştiri o konuda yazmamak oldu hep.
Ama Güneri Bey’i kime anlatabilirim?
Bugünkü nesillere anlatmam hiç kolay değil…
Çünkü o “basın dönemi”nin gazetecisi ve insanıydı.
Yani dijital dönemin ve yeni medyanın insanı olamadı.
45 yaşındaki Oray Eğin’in ve 77 yaşındaki benim gözümde Güneri Bey
Onu basın döneminin insanlarına anlatmak da kolay değil…
Çünkü o dönem için de iki Güneri Cıvaoğlu var…
Biri benim tanıdığım…
Öteki dün Oray Eğin’in yazdığı Güneri Cıvaoğlu…
Oray 45 yaşında…
Bense 77…
Arada en az iki nesil var.
30’lu yaşlarımda Abdi İpekçi’yi ben yazsaydım ne derdim?
Dün Oray’ın yazdığı yazıyı dikkatle okudum.
Kendi kendime “30’lu yaşlarımda Abdi İpekçi’yi yazsaydım belki de daha eleştirel şekilde yazardım” dedim.
Bugün yazsam çok farklı olur…
Güneri Bey gazetecilerin az para kazandığı dönemlerin genel yayın yönetmeniydi…
Sadece yazma üslubundaki çok başarılı hikayecilikle değil, yazdığı hayatı yaşama biçimiyle de farkını çok erken dönemde koymuş gazeteciydi.
Onun hakkında yazdığı ‘Sakıncasız’ piyesi için Uğur Mumcu’ya ne dedim?
Anglo Saksonların “Ne de olsa farklı olmak adaba aykırıdır” kuralının işlediği dönemlerdi onlar.
Farklı olmanın bir bedeli vardı ve o bedel Güneri Bey’e fazlasıyla ödettirildi.
En ağırı da Uğur Mumcu’nun onun gazeteciliğini ve yönetimini eleştirmek için yazdığı “Sakıncasız ” piyesiydi.
Onun Ankara’daki ilk gösterimine katılmıştım.
Uğur Mumcu ilk perde arasında “Nasıl buldun” diye sorduğunda “Hiç beğenmedim” demiştim.
Benim için ilk işaret o piyesin hiç tutmamasıydı..
Türk basınında yeni bir dönem başlıyordu ve bu “benim de dönemim” olabilirdi.
Ama o yıllar benim için de “liboş,” “dönek,” “Özköşk” lakaplarının gazete köşelerinde ilk görünmeye başladığı yıllardı.
Ne var ki 1990’lar Türkiye’de yepyeni bir gazeteciliğin doğduğu yıllar oldu.
İlk gördüğünde Oray Eğin benim için ne demişti?
Oray Eğin, Güneri Bey için “Patron gazetecisi” diyor.
Oray Eğin’in Hürriyet’in kafesinde bir öğle saatinde ekspressomu içerken bembeyaz bir elbise içinde gelip masamın başına dikilerek söylediği şu sözü hatırladım:
“Ben köşe yazarı olmak istiyorum…”
“Neden” diye sorduğumda şu cevabı vermişti:
“Çünkü bütün köşe yazarları dinozor ve ben bu dinozor köşe yazarlarının hepsini devirmek istiyorum…”
Sonra bu sözleri bir köşe yazarına söylediğini hatırlayıp devam etmişti:
“Siz de bir köşe yazarısınız ama sizi pazar yazılarınız kurtarıyor…”
Liboş, dönek, özköşk gibi nitelenmelere alışıktım ama hayatımda ilk defa biri bana “dinozor”diyordu…
Oysa kariyerimin başlarında sayılırdım. Çok ciddiye aldım, hiç unutmadım o sözü…
Bugün geriye baktığımda “Patron genel yayın yönetmeni olmak” ne demektir çok daha iyi değerlendirebilecek durumdaydım.
Savaş sonrası gazetecilerin yarattığı bir patron efsanesi
Oray Eğin patron yazarı olmanın çok zor bir şey olduğunu kabul ediyor.
Evet zor bir iştir.
Ama o dönemin asıl zorluğu patronlara değil birlikte çalıştığımız gazetecilere ve onların egolarına karşıydı…
Bizler İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra gelen demokrasi ve özgürlük döneminde patronlar değil gazeteciler tarafından oluşturulmuş bir zihniyet dünyasında çalıştık.
Gazeteciler hep şöyle düşündü:
“Patronlar parayı versin, işimize karışmasın, gazeteyi biz yaparız.”
21’inci Yüzyılın başına kadar bu zihniyet işledi.
Ama bu yüzyılın başında gelen popülist dalgada güçlü popülist liderler şunun farkına vardı:
Gazetecileri hapise atmak yerine patronun üzerine vergicileri salıp 3-4 milyar dolar haksız vergi cezası yazarsak işimiz çok daha kolaylaşır.
Yeni bir Soğuk Savaş başlamıştı ve bu yeni otoriter düzen çok etkili şekilde çalışmaya başladı.
Bugün artık patron gazetecisi değil iktidarın patronunun gazetecisi
Bugün artık genel yayın yönetmenleri “patron gazetecisi” değil “iktidarın patronunun gazetecileri” haline geldi.
Yani bugünün ölçüleriyle Güneri Bey’i değerlendirirken şunu kabul etmeliyiz.
En azından gazete patronlarını zora sokmadan gazeteleri çıkarmaya ve gazetecileri korumayı başardı.
Bugünün sayısı binleri çok geçen işsiz gazetecilerin Güneri Bey’i değerlendirirken bu özelliğini de dikkate alması gerektiğini düşünüyorum.
Ortega Y Gasset’in tarif ettiği sosyal agoranın elit gazetecisiydi
Renkli bir insandı Güneri Bey…
Hayatı yaşama biçimi, etrafında yarattığı aura, giyim tarzı, gittiği yerlerde gördüğü ilgiyle ancak iki tür etki yaratabilirdi.
Büyük bir kesimde haset…
Küçük bir kesimde gıpta…
Ben hep ikincilerden oldum.
Benim için Ortega Y Gasset’in 20’nci yüzyılda tarif ettiği elit gazeteci profilinin eşsiz bir örneğiydi o.
Yani kamu meydanında elini kolunu sallaya sallaya gezen bir aristokrat…
Dikkat edin, “halk arasından dolaşan” demiyorum.
Kamu meydanında dolaşan gazeteci.
Bir sosyal agorada yani…
Geçen kasımda doktoru üç ay ömrün kaldı demişti
Geçen kasım ayında doktoru ona “Üç ay ömrün kaldı” demişti.
Bunu anlattığı çok az sayıda yakınından biriydim.
En son geçen ay telefonda şunu söyledi.
“Doktorum bugün ‘Eksik kalmış işlerin varsa tamamla’ dedi. Bir ayım kalmış…”
Afallayıp kaldım.
“Ama ben hiç öyle hissetmiyorum” diye devam etti.
Beni teselli etmek için mi böyle dedi, yoksa gerçekten öyle mi hissediyordu bilmiyorum.
Böyle duyguların empatisi olamaz…
10 gün önce piyano önünde şarkıya eşlik ediyordu
Öyle yaşamaya devam etti. Beni şaşırtan bir direniş ve normallikle sürdürdü hayatını.
Daha geçen haftanın sonunda Cengiz Yalçın’ın evinde Hüsamettin Özkan ve Mustafa Özkan’la ne kadar güzel şaraplar içtiğini anlattı.
Cengiz Yalçın’ın misafirperverliği ve bonkörlüğü üzerine sohbet ettik.
Müzisyen Eylül Ergül dün Instagram’da Güneri Cıvaoğlu ile birlikte şarkı söylerken çekilmiş bir videosunu paylaştı.
Altına da şu yazmış:
“Daha 10 gün önceydi…”
Son zamanlarda sanki birbirimizden kaçtık
Paris’e son gittiğimizde onun istediği yerlerde fotoğrafını çekmiştim.
Bunlardan biri Shakespeare & Company adlı kitapçının önündeydi. Bence Güneri Cıvaoğlu’nu anlatan fotoğraflardan.
Son zamanlarda sık sık yurtdışına gittim.
Hep görüşmek için randevulaştık, ama son anda ya onun bir tedavisi çıktı, ya benim yurtdışı gezim…
Yıllar boyu güzellik ve estetik üzerine konuşmuştuk.
Ölümünün arkasından şimdi düşünüyorum da…
Galiba son günlerinde ya o benden kaçtı…
Belki de ben ondan…
Belki de babam gibi onu da hep o itinalı, yakışıklı adam olarak hatırlamak istedim…
Bazıları için Güneri Abiydi…
Benim için ise hep Güneri Bey olarak kaldı…
Ve öyle gitti bu dünyadan..
Kamu meydanında dolaşan harikulade bir aristokrat olarak…