Akran zorbalığıyla mücadele sadece pedagojik bir mesele değildir; insanın kendi gölgesine bakabilme cesaretidir. Filozof Levinas’ın dediği gibi, “öteki’nin yüzü bize ahlaki bir sorumluluk yükler.” 

Akran zorbalığı günümüzde çok konuşulan bir konu. “Geçmişte de bu kadar gündemde miydi?” diye düşündüğümde, kendi çocukluk dönemimde böyle bir deneyim yaşamadım. (Çalışma hayatında zorbalığa hiç maruz kalmadım dersem elbette doğru olmaz…) Ama çevreme dönüp baktığımda, arkadaşlarımın pek çoğunun ya zorbalık yaşadığını ya da buna tanık olduğunu gördüm. Yıllardır çözülemeyen bu sorun, ne yazık ki gün geçtikçe daha da ağırlaşıyor.

Canımı acıtan bir örnek çok yakınımda gerçekleşti. Çok yakın bir arkadaşımın kızının yıllardır atlatmaya çalıştığı süreç. Akran zorbalığına maruz kalmış, ama bunu ailesine anlatacak gücü bulamadığı için içine kapandı ve kendine zarar vermeye başladı. Ailesi hem sevgi hem sabır gösteriyor hem de uzun zamandır profesyonel destek alıyor. Çocuğun ruhunda açılan derin yarayı kapatmak kolay değil. Kimsenin kendi eğlencesi, iktidar arayışı veya üstünlük gösterisi için başka birinin hayatını karartma hakkı olmamalı. Bir çocuğun sessizliği bazen bir çığlık oluyor ve çoğu zaman biz onu duymakta geç kalıyoruz.

Son dönemde dizilerde akran zorbalığı temasının sık sık işlenmeye başlaması da dikkat çekici. Bu görünürlük, umarım toplumda gerçek bir farkındalık yaratır ama bir yandan da sanki “zorbalık nasıl yapılır”ı öğretir gibi bir yan etkisi olduğunu da düşünüyorum. Zorbalığın tartışılması elbette önemli; ancak bunu yaparken şiddeti dramatize etmek yerine çözümü, empatiyi, dayanışmayı merkeze almak gerekiyor.

Güç ve zayıflık arasında: Felsefi bir okuma

Akran zorbalığı bana kalırsa yalnızca okul koridorlarından yükselen bir çığlık değil; insanın güç, benlik ve aidiyet arayışının karanlık bir yansıması. Tarih boyunca insan kendini tanımlarken çoğu zaman “öteki”ni konumlandırdı. Bazen dışlayarak, bazen küçümseyerek, bazen de inciterek… Bugün akran zorbalığı dediğimiz şey, bu eğilimin çocukluk ve ergenlikte aldığı biçimden başka bir şey değil.

Nietzsche, insanın doğasında “kendini gerçekleştirme” güdüsünün olduğunu söyler. Bu güdü doğru bir rehberlikle gelişmediğinde, kişinin kendini başkası üzerinde hâkimiyet kurarak var etme çabasına dönüşür. Zorbalığın kaynağı tam da burada: Kendisini güçsüz hisseden birey, gücü başkalarını küçülterek bulmaya çalışır. Bu nedenle zorba davranışları anlamak için yalnızca çocuğa değil, aile dinamiklerine, ev içi ilişkilere, öğrenilen davranış kalıplarına bakmak gerekir. Çünkü zorbanın gözünde karşısındaki artık bir “insan” değil, bir “hedef”tir.

Bu da bizi şu temel soruya getirir:
Empati yoksunluğu bireysel bir eksiklik midir, yoksa toplumsal bir kusur mu?

Aslında zorbalık, bireysel kötülükten çok toplumsal düzenin bize tuttuğu bir aynadır. Rekabetin, üstünlüğün ve başarı takıntısının yüceltildiği toplumlarda çocuklar, değerli hissetmeyi sevgiyle değil, güçle öğrenir. Okulda başlayan bu öğrenme, yetişkinlikte işyerlerine, evliliklere, dijital ortamlara ve hatta siyasete taşınır.

Zorbanın dili, çoğu zaman toplumun dilidir:
“En iyisi ol. Güçlü ol. Kaybeden olma.”
Bu kültürel kodlar değişmedikçe, zorbalığın yalnızca belirtilerini tedavi etmiş oluruz.

İnsan Olmanın Sınavı

Akran zorbalığıyla mücadele sadece pedagojik bir mesele değildir; insanın kendi gölgesine bakabilme cesaretidir. Filozof Levinas’ın dediği gibi, “öteki’nin yüzü bize ahlaki bir sorumluluk yükler.” Karşındaki insanın yüzüne baktığında onun da senin gibi korkuları, kırılganlıkları, hayalleri olduğunu görebiliyorsan zaten zorbalık mümkün olmaz.

Çocuğa “Başkası da sensin” diyebildiğimiz, güç kavramını incitmek değil iyileştirmek üzerine yeniden kurabildiğimiz bir toplumda zorbalık azalır. Çünkü o zaman güç, üstünlük değil; ortak insanlığımızın bir parçası olur. Ve belki o zaman hiçbir çocuk, kimseye söyleyemediği acıların altında tek başına ezilmek zorunda kalmaz.

Zorbalığın yaraladığı her çocuk için daha çok empati, daha çok sevgi borçluyuz; çünkü onların acısı unutmayalım ki hepimizin ortak hikâyesine yazılıyor.