Hollywood kült filmlerinin konularını modernize edip tekrar sunmaya bayılıyor. Bu hikayelerden yeniden servis edilen bir tanesi “yaşlı kadın-genç erkek” fantezisi. Nicole Kidman’ın CEO olarak “oyunun kurallarını yıktığı” Babygirl filmini izlerken şunu düşündüm: Bizim cinsel ilişki dinamiklerimiz 1960’lı yıllardan beri hiç mi değişmedi de aynı fanteziye teslim olunuyor?

The Graduate filmini hatırlayanlar olabilir. Bir kült film diyeceksek herhalde ilk sıraya bu filmi koymak lazım. Filmde genç bir erkek (Dustin Hoffman’ın karakteri) ile yaşça büyük, evli bir kadın olan Mrs. Robinson arasında bir ilişki anlatılıyordu. Hatta filmi hatırlamasanız da Simon and Garfunkel tarafından film için yaratılan Mrs. Robinson şarkısını mutlaka bilirsiniz.

Filmde, Bayan Robinson, yeni mezun bir üniversite öğrencisi ve The Graduate’in başkahramanı Benjamin Braddock ile ilişki yaşayan yaşlı bir kadındı. Ve sene 1967 idi. Anlaşılan 58 yılda toplumda değişen pek de bir şey olmamış. Biz havalı bir şekilde internetten dolayı 7 den 70 e herkesin cinsellik konusunda son derece (hatta biraz fazla!) bilgili olduğunu iddia edelim, halen genç bir erkeğin yaşça büyük bir kadınla ilişki yaşaması izlenmeye değer bir tabu.

Oysa bana kalırsa anlaşılmayacak bir süper değişik durum yok ortada. Böyle bir ilişkide olan yaşı ileri bir kadını anlayabiliyorum. Kendi Gençliklerini Yeniden Yaşama Arzusu sadece erkeklere mahsus değil. Yaşını başını almış bir kadın, genç bir partnerle ilişkiye girdiğinde, “zamanı geri sarma” etkisi yaratabiliyor. Genç partnerin enerjisi, kadına adeta yeniden yirmili yaşlarında hissettiriyor. Freud burada biraz devreye girip “narsistik doyum” derdi. Kadınların yıllardır yaşadığı “genç görünme” baskısı, bu ilişkilerde tersine dönüyor. Yaşça olgun bir kadın, genç bir erkekle birlikte olduğunda güç kartları değişiyor. Artık “tecrübe” konuşuyor.

Diğer taraftan bu tarz bir ilişkiyi seçen genç bir erkeği de anlayabiliyorum. Hemen maddi fırsatlar filan demeyelim. Çocukluk döneminde eksik kalan bir anne figürünün izleri, bir yetişkin olarak bu tür ilişkilere çekilmenin sebeplerinden biri olabiliyor. Psikanaliz bunu “annenin yerine geçen figür” olarak açıklar. Özellikle kariyerine yeni başlayan genç erkekler için olgun bir partner, hem hayranlık hem de rehberlik kaynağıdır. Tabii işin erotik boyutunu da görmezden gelemeyiz!

Bana ilginç gelen yıllardır “yaşlı adam-genç kadın” hikayeleri normalleştirilirken, tersi bir durumun kültürel bir tabu olarak kalması. Herhalde Babygirl filmi de bu nedenle çok ilgi çekti. Bir nevi bu tabuyu yıkarak izleyicide adeta bir “yasak meyve” etkisi yaratıyor.

Her iki filmde de karakterler arasındaki güç dengesizlikleri ve manipülatif ilişkiler dikkat çekiyor: The Graduate’te Mrs. Robinson, genç Benjamin’i cazibesiyle etkiliyor ve kontrolü elinde tutuyor. Tıpkı Baby Girl’de Nicole Kidman’ın karakterinin manipülatif ve güçlü bir rolü olması gibi.

Güç dengesizlikleri ve manipülasyon, insan psikolojisinin karanlık taraflarına ışık tutuyor. Her iki film de içinde bulundukları dönemin toplumsal eleştirilerini yapıyor. 1960’ların sonunda geçen The Graduate gençliğin toplumun beklentilerine isyanını ve boşluk hissini yansıtıyor. Mrs. Robinson karakteri, modern toplumun “sıkışmış” yetişkinliğini temsil ediyor Baby Girl ise tabii ki daha güncel bir hikaye. Aile dinamikleri, güç ilişkileri ve çağdaş ahlaki ikilemleri masaya yatırıyor.

Bu tür filmlerin toplumda ilgi görmesi, aslında izleyicinin bilinçaltındaki bastırılmış arzularını güvenli bir ortamda sorgulamasına izin vermesinden kaynaklanıyor. Tabu olarak görülen yaş farkı, güç dengesizlikleri ve toplumsal normların çiğnenmesi, hem merak uyandırıyor hem de duygusal bir yoğunluk yaratıyor. İzleyiciler, ahlaki sınırların aşılmasını izlerken hem şok oluyor hem de karakterlerle bağ kuruyor. Özellikle kadın karakterlerin, toplumun biçtiği anne, eş veya geleneksel rollerin dışına çıkarak kendi arzularını gerçekleştirmesi, dramatik hikaye akışıyla birleştirilerek daha da etkileyici bir hale geliyor. Ancak bu hikayelerin popülerliği, bir yandan kadınları özgürleştirirken diğer yandan onları sıradışı seçimlerinden dolayı eleştiren bir toplumu da yansıtıyor.

Oysa kadınlar, sadece toplumun dayattığı kalıplar içinde yaşayan bireyler olmak zorunda değil. Onlar, genç partnerleriyle ilişkiler kurarak tabuları yıkabilir, kural koyucu olabilir ve hatta toplumun ahlaki sınırlarını yeniden tanımlayabilir.

Bu tür filmler, kadınları sadece anne, eş ya da “kurumsal lider” olarak görme alışkanlığımızı kırmamıza fırsat mı tanıyor, arzularının doğallığını sorgulamamıza mı neden oluyor?

Umarım kadınların özgürlüğünü kutlayan ve toplumsal değişimi teşvik eden birer ayna görevi görür. En azından tartışmaları alevlendirse de izleyicileri derin düşüncelere sürükler ve kadınların toplumsal rollerini yeniden tanımlama potansiyelini gözler önüne serer düşüncesindeyim.