Senenin son günü. Yılın son sabah kahvesini havaalanında içerken “Bu yıl ne oldu?”dan çok, “Bu yıl neyi artık görmezden gelmedik?” sorusu dolanıyor zihnimde. Belki bunun sebebi bu sene okuduğum bende en çok iz bırakan kitap olan Harriet Tyce’ın “Kan Portakalı”.
Amazon’a göre bu sürükleyici psikolojik gerilim romanı karantina döneminde en popüler kitaplardan biriydi. Uluslararası çok satanlar listesine girdi ve Line of Duty ve Bodyguard’ın yapım şirketi Kan Portakalı’nı televizyon dizisi yapmaya karar verdi. Sürükleyici kurgusu, güçlü karakter derinliği ve rahatsız edici gerçeklik algısıyla Kan Portakalı, okurlarını hem psikolojik hem de duygusal bir hesaplaşmanın ortasına çekiyor.
Londra’nın gözde avukatlarından Alison Wood, dışarıdan bakıldığında başarılı ve etkileyici bir yaşam sürüyor. Ancak portakal gibi düzgün kesilmiş bu hayatın içinden, kan kırmızısı sırlar sızmak üzere. Alkol bağımlılığı, yasak bir ilişki ve çözülmekte olan bir evlilik… Alison’un maskesinin ardında derin çatlaklar var. Ama meğer en büyük çatlak kendisine en yakın erkekten geliyormuş.
Kitap şunu söylüyor: Yoksa en büyük suç, gözümüzün önünde duran bir gerçeği görmezden gelmek mi?
Belki de bu kitabın etkisi ile 2025’i kapatırken bende ilişkilerle ilgili kalan şey yeni bir trend, yeni bir kelime ya da parlak bir umut değil. Üç dosya. Üç karanlık hikâye. Ve tek bir ortak his: Bunlar yeni değil. Ama artık susulmuyor.
Bu yıl cinsellik ve ilişkiler başlığında dünyayı sarsan haberler şunlardı: Jeffrey Epstein, Sean Combs (Diddy) ve Fransa’dan Gisele Pelicot davası. Üçü de farklı ülkelerde, farklı sınıflarda, farklı bağlamlarda yaşandı. Ama hepsi aynı yere çıktı: Güç, cinsellik ve yıllarca süren bir sessizlik.
Epstein dosyası aslında yıllar önce açılmıştı. Kapatıldı sanıldı. “O öldü, bitti” denildi. Ama bitmedi. 2025’e girerken yeniden ortaya saçılan saçılan belgelerle anladık ki bu hikâye tek bir adamın sapkınlığı değildi. Bu bir ağdı. Bir erişim meselesiydi. Uçaklar, adada davetler, suskunluklar… Ve en rahatsız edici olan şuydu: Bu kadar insan bu kadar uzun süre sustu çünkü konuşmanın bedeli, susmanın bedelinden daha yüksekti.
Diddy dosyası ise başka bir sahneden konuştu bize. Müzik, şöhret, parti kültürü… Hepimizin “ışıltı” diye izlediği yerden. Orada anlatılanlar cinselliğin nasıl bir güç gösterisine dönüştürülebileceğini gösterdi. Zorla değil sadece; bağımlılıkla, korkuyla, kariyer vaadiyle. Bu dosya bana hep şunu düşündürdü: Bazı ilişkiler dışarıdan özgürlük gibi görünür ama içeride neler olduğunu tahmin etmek imkansız.
Ama itiraf edeyim, beni en çok sarsan Pelicot davası oldu. Çünkü burada tehlike evdi. Güvendiğimiz, bildiğimizi sandığımız bir ilişkiydi. Bir kadının, kocası tarafından yıllarca uyuşturulup onlarca erkeğe istismar ettirilmesi… Ve belki de bu yüzden bu kadar can yakıcıydı. Çünkü bize şunu söyledi: En büyük tehlike bazen bir yabancıdan değil, en yakından gelebilir.
Peki neden şimdi? Aslında suçlar yeni değil. Bu istismar biçimleri hep vardı. Ama artık mağdurlar konuşurken kendilerini savunmak zorunda hissetmiyor.
Güç ve cinsellik bu kadar sık yan yana geliyor çünkü cinsellik insanın en savunmasız alanı. Güç ise her zaman savunmasızlığı sever. Kontrol edebildiği yerde büyür.
Epstein’da, Diddy’de, Pelicot’ta gördüğümüz şey arzu değil; hakimiyetti. Bu dosyalar bize cinselliği değil, iktidarı anlatıyor.
Ve belki de bu yüzden bu yılın en büyük kırılması şuydu: Artık bu hikâyeler “özel hayat” diye fısıldanmıyor. Yüksek sesle, kamu önünde konuşuluyor.
Güç uygulayan tarafın psikolojisine baktığımızda ilk görünen şey sanıldığı gibi kontrolsüz bir arzu değil. Aksine, çoğu zaman son derece kontrollü, planlı ve sabırlı bir yapı var. Bu kişiler cinselliği bir yakınlık alanı olarak değil, egemenlik kurma aracı olarak kullanıyor. Karşısındaki kişinin sınırlarını yavaş yavaş silerek ilerliyorlar. Önce küçük ihlaller normalleştiriliyor. Sonra sessizlik bir alışkanlığa dönüşüyor. Ardından korku, utanç ve bağımlılık devreye giriyor. Güç uygulayan kişi için mesele hazdan çok, “istediğimde ulaşabiliyorum” hissi.
Mağdur tarafın psikolojisi ise dışarıdan bakıldığında en çok yanlış anlaşılan yer. “Neden daha önce konuşmadı?” sorusu hâlâ soruluyor. Oysa bu sorunun kendisi, güç ilişkisini anlamadığımızı gösteriyor. Mağdur çoğu zaman başına geleni hemen “şiddet” olarak tanımlayamıyor. Çünkü yaşanan şey bir gecede olmuyor. Parça parça oluyor. Alıştıra alıştıra.
Üstelik çoğu zaman fail, mağdurun hayatındaki en güvenli figür gibi konumlanıyor: Eş, mentor, partner, idol. Bu noktada devreye güçlü bir psikolojik mekanizma giriyor: inkârla hayatta kalma. İnsan, kendisini koruyabilmek için gerçeği bastırabiliyor. “Yanlış anladım”, “abartıyorum”, “zaten kimse inanmaz” cümleleri burada doğuyor. Utanç, suçluluğa karışıyor. Mağdur, yaşadığı şiddetin sorumluluğunu bilinçsizce üstleniyor. Çünkü bu, dünyanın adil olduğu fikrini korumanın bir yolu.
Bu davalar bize şunu zorla kabul ettirdi: İlişki, her zaman güven demek değildir.
Belki de bu yüzden bu yıl, mağdurlar konuşurken ilk kez yalnız hissetmedi. Toplumun refleksi değişti. “Bu nasıl bu kadar uzun süre oldu?” sorusu soruluyor. Bu küçük gibi görünen değişim, aslında çok büyük bir zihinsel kırılma.
Senenin son gününde dönüp baktığımda şunu hissediyorum: Bu dosyalar ve Kan Portakalı bize korkunç şeyler anlattı ama aynı zamanda bir şeyin de sona erdiğini gösterdi. Sessizliğin artık eskisi kadar güvenli olmadığı bir döneme girdik.
Belki hâlâ her şey aydınlık değil. Belki hâlâ çok geç kalınmış adaletler var. Ama ilk kez şu cümleyi gönül rahatlığıyla kurabiliyoruz: Mağdurlar hep vardı. Ama artık yalnız değiller.
Bu arada Türkiye’de de bir erkek ekran ünlüsünün etrafında geçen ve yine iktidar ilişkilerinin konuşulduğu, kadınların kariyer için bir takım ilişkilere zorlandığı iddia edilen bir dosya var. Hala da devam ediyor. Niye onu da dördüncü dosya olarak almadın diye sorabilirsiniz! Haklısınız ama ben bu dosyada olanı biteni hala anlamadım. Anlamamaya da devam ediyorum. Çünkü anlatan yok.
Bizdeki mağdurlar hala yalnız olduklarını düşünüyorlar galba… Ya da görmezden gelmek hepimizin işine geliyor.
