10 Kitap’ta dün Dr. Sara Nasserzadeh’in ‘Sürdürebilir Aşk: Hayat Boyu Aşkın 6 Formülü’ kitabınının tanıtım yazısı vardı.
Öncelikle ismine takıldım. İngilizcesi ‘Love By Design’ olan kitabı ben yemek tarifinden yola çıkarak ‘Aşk Tarifi’ olarak çevirirdim. Sürdürülebilir denildiğinde çok açıklamıyor. Bunun sebebi, bu kitap “mutlu ilişki” tarifini adeta bir yemek kitabı kadar basitmiş gibi sunuyor. İşin biyolojik ve psikolojik taraflarını düşündüğümde, böyle tariflerle başarılı olma şansımız tam da “tuz miktarını göz kararı ekleyin” cümlesi kadar şaibeli!
Yazar, insanları hayat boyu bağlayacak, aşkı ateşleyecek “6 bileşeni” sıralamış. Kitapta, bu formülün her türlü ilişki sorununa deva olduğunu iddia ediyor. İlişkileri tıpkı bir yemek tarifi gibi ele alıyor; “Biraz güven, bolca şefkat, bir tutam mizah ekleyin ve işte size sonsuz aşk” diyor.
Evet, iyi malzemelerle harika yemekler yapabilirsiniz, ama ilişkiler söz konusu olunca tarifin sonu genelde “biraz daha pişirin, belki olur” gibi bir hal alıyor. Benzer bir tarife katkıda bulunmak istesem, belki de “oksitosin bir tutam, serotonin bir çimdik ve libidoyu göz kararı ekleyin” derdim. Ne de olsa aşk dediğimiz şey, duygusal olduğu kadar biyokimyasal bir kokteyl.
Ben, bilimsel temele dayanmayan bu sonsuz aşk formüllerine temkinli yaklaşmak gerektiğini düşünüyorum. İlişkiler, özellikle uzun vadeli olanlar, sadece birkaç basit bileşenden değil, oldukça karmaşık biyolojik, psikolojik ve sosyal dinamiklerin bir araya geldiği çok daha derin bir süreç.
Kitap, “sonsuz aşk”ın sırrını çözmeye çalışırken, temel olarak insan doğasındaki bağlanma ve sevme güdüsüne odaklanıyor. Yazar, bu 6 bileşeni kullanarak, herkesin ömür boyu sürecek bir ilişkiyi sürdürebileceğini iddia ediyor. Bu aşamada kitabın bilimsel dayanakları maalesef oldukça zayıf kalıyor. Çünkü bir ilişkiyi yalnızca altı basit maddelik bir reçeteye indirgemek, insan doğasının karmaşıklığını hafife almak olur.
İnsanlar farklıdır; her ilişkide biyolojik, psikolojik ve çevresel faktörler farklı düzeyde devreye girer. Birinin romantik aşkı başka birinin güven dolu dostluğu olabilir. Bu faktörlerin derinliği ve dinamik yapısı, tek bir tarifle çözülemeyecek kadar karmaşıktır.
Yazarın “sonsuz aşk” vaadi kulağa hoş geliyor, kabul. Ancak cinsel tıp alanında çalışan biri olarak, aşkın kimyasal doğasını da göz önünde bulundurmak gerekir. Aşk, başlangıçta dopamin, serotonin, ve oksitosin gibi nörotransmitterlerle ateşlenir, bu da “baş döndürücü aşk” dediğimiz o başlangıç evresini yaratır. Ancak, beyin kimyamız değiştikçe ve ilişkinin ilerleyen evrelerinde günlük hayata dönüldükçe, “sonsuz aşk” bir rüyadan ziyade, üzerinde çalışılması gereken bir proje haline gelir. “Aşkın ömrü 18 ay” ifadesi genellikle antropolog ve biyologlar tarafından dile getirilir. Özellikle, Helen Fisher insan davranışlarını ve aşkın biyolojik temellerini inceleyen bir antropolog olarak bu konuda öne çıkan isimlerden biridir. Fisher, aşkın biyolojik olarak beyinde dopamin, oksitosin ve serotonin gibi kimyasalların salgılanmasıyla ilişkili olduğunu ve bu kimyasal süreçlerin ortalama 18 ay ila 3 yıl sürdüğünü savunur. Bu süre zarfında aşkın ilk yoğun heyecan ve tutku aşaması yerini daha sakin bir bağlanma sürecine bırakır. Nasserzadeh, aşkın bu biyolojik gerçekliğine pek değinmemiş, ki bu önemli bir eksiklik.
Tehlikeli basitlik
Kitapta bahsedilen “sonsuz aşk” formülü ayrıca bazı tehlikeli bir basitleştirme içeriyor. Yazar, şefkat, güven, mizah gibi öğeleri öne çıkarıyor ve bunların bir ilişkide vazgeçilmez olduğunu kabul etmekle beraber, sanki bu bileşenler yeterliymiş gibi bir izlenim yaratıyor. Halbuki ilişkilerde inişler çıkışlar, krizler, travmalar, hatta bazen biyolojik değişiklikler (örneğin menopoz, cinsel işlev bozuklukları, hastalıklar) bu denklemi alt üst edebilir. Özellikle uzun süreli bir ilişki için, zaman zaman profesyonel destek almanın ya da kişisel farkındalığın ne kadar kritik olduğunu unutmamak gerekir. “Sonsuz aşk”ı sadece sevgi, ilgi ve mizahla sürdürmeye çalışmak, çorbanın altını kısık ateşte bırakıp mutfaktan çıkmaya benzer: Bir noktada taşacaktır!
Bilimsel açıdan baktığımızda, aşkın biyokimyasal evreleri ve ilişki dinamikleri karmaşıktır. İlk aşamadaki tutku ve heyecan zamanla yerini daha derin bir bağlılığa bırakır. Bu noktada, çiftlerin cinsel hayatı, uyumları, stresle başa çıkma becerileri ve toplumsal rolleri devreye girer. Nasserzadeh’in kitabında bu uzun vadeli dinamiklerin detaylıca incelenmemesi, “sonsuz aşk”ın nasıl sürdürülebileceğine dair eksik bir perspektif sunuyor. Mesela, cinselliğin bir ilişkinin sürdürülebilirliğinde oynadığı rol oldukça büyük; hem biyolojik hem de duygusal bir köprü. Ancak kitap, bu konuyu neredeyse yüzeysel geçiyor, sanki aşk yalnızca duygusal bağlanma ve şefkat üzerine kuruluyormuş gibi. Oysa ki cinsel tatmin ve partnerler arasındaki fiziksel uyum da “sonsuz aşk”ın vazgeçilmez yapı taşlarındandır.
Sonuç olarak, bu kitap tatlı, okuması kolay ve ilişkiler üzerine düşünmeye sevk eden bir eser. Ancak sonsuz aşkı bulmak için verdiği tarif, bir fast food zincirinden sağlıklı yemek beklemek kadar gerçekçi olabilir. Aşk, sadece altı malzemeden yapılmaz; aşkın mutfağında bazen daha karmaşık tarifler ve özellikle “içsel çalışma” gerekebilir. Kitabı okuyan birinin “Bir kaşık güven, bir tatlı kaşığı mizah, bir fincan şefkat karıştır ve pişir” gibi bir formülle yürüyebileceğine inanması biraz Pollyannacılık olabilir. Gerçi “Bütün erkekler Mars’tan, kadınlar Venüs’ten” diyen kitaplar da çok sattı, belki bu formül de tutar!