Bu sabah durup dururken kaleme almadım bu yazıyı. Bir Fransız yazar, sohbetimizde, bana sürekli Batı’nın evrensel insan hakları, değerleri, gittiği yerlere demokrasi ve medeniyet götürmesi gibi artık temcit pilavı gibi tekrarlanan klişeleri anlatıyordu; doğrusu tepem attı ve ekranın karşısına oturdum.
Hâlâ mi aynı ezberler? Hâlâ mi üstünlüğün beyaz yalanlarıyla örtülen geçmişin karanlık sayfaları?

Bugünkü Batı’nın, her ne kadar eleştirsek, yerden yere vursak da, dünya ve yaşamımız üzerindeki olumlu etkisini kimse inkâr edemez. Şu anda en yaşanılır, en medeni, doğası en çok korunmuş, insana saygılı ülkelerin çoğu Batı’da.

Lakin, ABD ve Avrupa Birliği’nin nüfusunu toplasanız yaklaşık 783 milyon; yani dünya nüfusunun yalnızca yüzde 10’u. Karşılaştırmalı bir perspektifle bakıldığında, sadece Çin’in 1,4 milyarlık nüfusu bile bu rakamın neredeyse iki katı. Nüfus azalıyor, yaşlanıyor, teknolojide, fiyat ve kalite rekabetinde geri kalıyor ama Batı hala dünya ekonomisinde muazzam bir ağırlığa sahip olmaya devam ediyor.

ABD’nin dünya GSYİH’sindeki payı yaklaşık yüzde 27,3; Avrupa Birliği’ninki ise yüzde 15. Bu iki ekonomik güç birlikte 195 ülkelik dünya ekonomisinin yüzde 42’sini kontrol ediyor.

Batı’nın Tarihindeki Karanlık Sayfalar

Bu gerçeği bir kenara not ettikten sonra Batı’nın karanlık yüzüne de bakmak gerekiyor. Zira, Batı’nın yükselişi, yalnızca insanlarının yaratıcı zekâsina veya çalışkanlığına bağlanamaz. Bu yükseliş, büyük ölçüde dünya dört bir tarafındaki diğer medeniyetlerin boyunduruk altına alınmasına, kölelik düzenine, doğal kaynaklarının sömürülmesine ve milyonlarca insanın hayatını kaybetmesine dayanıyordu.

Sanayi Devrimi’ni finanse eden zenginliklerin önemli bir kısmı, Afrika’nın kaynaklarının yağmalanmasından, Amerika kıtasındaki yerli halkların yok edilmesinden ve Asya’nın sömürgeleştirilmesinden sağlandı. Son iki dünya savaşını da, Vietnam’dan Kore’ye, Irak’tan Libya’ya tüm silahlı çatışmaları da Batı çıkarttı ya da kışkırttı.

Bugün Batı, bu tarihsel gerçekleri yeni hikayelerle örtbas etmeye çalışsa da dijitalleşen dünyada bu tür çabalar giderek daha az alıcı buluyor, etki uyandırıyor. Namuslu birçok Batılı yazar, düşünür, hatta siyasetçi doğruyu yansıtmaya, geçmişin günahlarını ortaya koymaya çalışıyor.

Görüyoruz ki, insan hakları, demokrasi ve özgürlük gibi kavramlar bazı nımetler taşısa da, hayatlarımızı iyileştirse de ne yazık ki, nihai analizde Batı’nın geçmişteki sömürgeci pratiklerini unutturmak, meşrulaştırmak için araçsallaştırıldı. Öyle ki, “medeniyet götürme” misyonu adı altında yok edilen yerel kültürler ve toplumlar, bugün hâlâ bu travmanın izlerini taşıyor. Bir ara köpürtülen ve OECD’de çalıştığım dönemde dünyanın her yerinde savunduğum küreselleşme dalgası ne zaman Batı’nın menfaatlerini hizmet etmemeye başladı, özellikle Çin ve Hindistan gibi yükselen ekonomilerin işi yaradı, işte o zaman hemen himayeci ve milliyetçi önlemlerle geriye sardırılma yoluna gidildi. Şimdi hemen her alanda ticaret savaşları, yatırım engellemeleri, teknoloji transferinde kısıtlamalar ile karşı karşıyayız.

Ekonomik Yapılar ve Refahın Bedeli

Şurası bir gerçek ki Batı, kendi coğrafyasında refahını artırmak adına doğayı, insanları ve toplumları sömürmekten kaçınmadı, hatta bu durumu yakın zamanlara kadar sürdürebildi. Birleşik Krallık öncülüğünde Commonwealth’in, 56 üye ülkesi var; Fransa’nın Francophonie (Frankofon Ülkeler Organizasyonu) işe 88 üye ülke ve gözlemciden oluşuyor.

Sanayi Devrimi ile başlayan bu süreç, özellikle 20. yüzyılda hız kazandı. Dünya Bankası, IMF, OECD ve çok uluslu şirketler gibi yapılar, Batı’nın ekonomik hegemonyasını korumak ve ilerletmek için araçlar haline getirildi. BRİCS de şimdi alternatif yapılar yaratıyor küresel yönetişimde hak ettiği yeri bulamadığı için.

Batı’nın ekonomik modelinin arkasında derin bir adaletsizlik yattığı izahtan vareste. Küresel servetin bugün yüzde 76’sı en zengin yüzde 10’un elinde toplanırken, dünya nüfusunun yarısından fazlası günlük 2,15 doların altında bir gelirle yaşam mücadelesi vermek zorunda.

Batı, zamanında doğaya ve insana zarar verme pahasına bir refah sistemi inşa etti. Sanayi Devrimi’nden bu yana süregelen doğa tahribatı, bugün iklim değişikliği, biyolojik çeşitlilik kaybı ve çevresel yıkım olarak kendini göstermeye devam ediyor. “Yeşil Mutabakat” gibi girişimleri, çevreye duyarlılıktan çok ekonomik üstünlüğünü koruma amacını taşıyor gibi.

Dillere pelesenk olan “sürdürülebilir kalkınma” söylemi giderek daha ikiyüzlü bir hale bürünüyor. Özellikle fosil yakıt bağımlılığını azaltma , “yeşil enerji dönüşüm” politikaları, sadece gezegenin sağlığı için değil Batı’nın kendi enerji güvenliğini sağlama çabası olarak da değerlendirilmeli.

Batı’nın Çin gibi yeniden yükselmekte olan güçler tarafından meydan okunulan üstünlük iddiası, büyük ölçüde kendi toplumlarını mutlu etmek ve iktidarını sürdürmek üzerine kurulu. Bu düzenin devamlılığı, büyük ölçüde diğer toplumların mutsuzluğunu, çaresizliğini ve teslimiyetini üretmekten geçiyor. O yüzdendir ki, Batı’nın refahını korumak için diğer toplumları yoksulluk, savaş ve istikrarsızlık içinde tutan bir yapı isteniliyor.

Batı’nın İçindeki Çelişkiler

Batı, dışarıdan homojen bir yapı gibi görünse de içeride derin çatışmalar ve farklılıklar barındırır. ABD ile Avrupa Birliği arasındaki ilişkiler, bu farklılıkların en açık örneği. NATO, ABD’nin Avrupa üzerindeki nüfuzunu koruma aracı olarak kullanılırken, Avrupa Birliği kendi savunma stratejilerini oluşturmak için çaba gösteriyor.

Ekonomik alanda da bu çatışmalar açıkça görülüyor. Örneğin, ABD ile AB arasındaki tarım sübvansiyonları veya teknoloji rekabeti sık sık krizlere yol açmaktadır. Çin’e karşı alınan ticari önlemler veya Rusya’ya uygulanan yaptırımlarda da bir birlik görüntüsü olsa da arka planda farklı çıkarlar devreye giriyor.

Avrupa Birliği içindeki bölgesel ve ideolojik ayrışmalar, birlik görüntüsünü ciddi şekilde zedeliyor. Kuzey Avrupa ülkelerinin ekonomik olarak güçlü yapısı ile Güney Avrupa ülkelerinin borç yükü altındaki kırılgan ekonomileri arasında büyük bir uçurum var. Brexit, bu uyumsuzluğun en görünür sonucuydu.
Doğu Avrupa ülkeleri, Batı Avrupa’nın göç politikaları ve hukukun üstünlüğü gibi konulardaki merkezi yaklaşımlarına karşı direnç gösteriyor. Polonya ve Macaristan gibi ülkeler, Avrupa değerlerine meydan okuyor. Bu da Avrupa Birliği’nin bir bütün olarak hareket etmesini zorlaştırıyor.

Asya, Afrika ve Latin Amerika’daki yeni yükselen güçler, Batı’nın hâkimiyetine meydan okumaya başladı. Çin, Hindistan, Brezilya ve Güney Afrika gibi ülkeler, ekonomik, teknolojik ve askeri alanlarda hızla ilerliyor. Batı’nın dünya düzenindeki üstünlüğünü sürdürmesi için bu değişen güç dengelerini dikkate alması gerekiyor.

Batı’nın küresel liderlik iddiası, yalnızca ekonomik gücüne değil, aynı zamanda adalet, şeffaflık ve eşitlik gibi değerleri gerçekten uygulama kapasitesine de bağlıdır. Eğer Batı bu değerlerde samimi olmazsa, liderlik iddiası kısa sürede bir yanılsamaya dönüşebilir.

Batı’nın Aynaya Bakma Zorunluluğu

Batı, geçmişteki sömürgeci uygulamaları ve mevcut ikiyüzlü politikalarıyla yüzleşmeden, adil bir dünya düzeninin lideri olma iddiasında bulunamaz. Eğer gerçekten küresel bir liderlik üstlenecekse, geçmişin hatalarından ders almalı ve geleceğe daha kapsayıcı, adil bir vizyonla yaklaşmalıdır.

Bu yalnızca Batı’nın değil, tüm insanlığın çıkarına olacaktır. Batı, adalet, tevazu ve eşitlik ilkeleri üzerine inşa edilmiş bir liderlik anlayışına sahip olduğunda, insanlık tarihindeki saygın yerini koruma şansına sahip olabilir. Aksi takdirde, tarih sahnesinde yeni güçlere yer açması kaçınılmaz olacaktır.

Artık Batı için aynaya bakma vakti gelmiştir. Temel soru şudur: Bu medeniyet, yalnızca kendi refahı ve güç projeksiyonu için mi var olacak, yoksa insanlığa daha adil bir düzen sunma kapasitesine de sahip mi? Bu sorunun cevabı, bence Batı’nın geleceğini ve dünya üzerindeki rolünü belirleyecektir.

Türkiye de, Batı’nın bu değişen dinamikleri içinde kendine yeni bir yer edinmek, kendi özgün yolunu çizmek zorunda. Hem Batı hem de Doğu ile, kuzey ve güneyle olan ilişkileri sayesinde Türkiye, benzersiz bir konumda. Gelecekte, bu stratejik konum Türkiye’yi yeni dünya düzeninde eşsiz bir aktör haline getirebilir. Türkiye, Batı ile olan etkileşimini derinleştirirken, kendi potansiyelini de ortaya koyarak daha adil ve sürdürülebilir bir dünya için katkıda bulunma fırsatını yakalayabilir.

Neticede, amacım Batı’yı eleştirip, Doğu toplumlarını dinamik ekonomileri ile her şeyin güllük gülistanlık olduğu bir yer olarak göstermek değil. Her iki tarafın da zorlukları ve karmaşık dinamikleri mevcut. BRİCS ülkelerinde de hepimizin bildiği büyük adaletsizlikler, acımasız otoriter yönetimler, yolsuzluk ve yoksulluk söz konusu.

Dolayısıyla, kimsenin masum olmadığını ve her bölgenin kendi iç sorunlarıyla başa çıkmak zorunda olduğunu vurgulamak son derece önemli. Gerçekten de, bir tarafın diğerine üstünlük taslayamayacağı gerçeği, dünya çapında daha adil ve sürdürülebilir bir geleceğe yönelik birlikte atılacak adımları teşvik etmeli.