Çok asil, çok güzel, çok seksi…

Ama hepsinden önemlisi çok karakterli bir kadındı.

Bizim kuşağın hafızasında bazı isimler yalnızca birer sinema yıldızı değildir; bir dönemin ruhunu taşır. Brigitte Bardot işte onlardan biriydi.

Onu efsane yapan sahne ışıkları değil, o ışıkları bilerek ve isteyerek terk edebilmiş olmasıydı.

1956’da Ve Tanrı Kadını Yarattı gösterime girdiğinde sadece bir film izlemedik.

Kadın algısı yerinden oynadı.

O güne kadar “güzel kadın” vardı; Bardot’la birlikte özgür, meydan okuyan, kimseye hesap vermeyen kadın sahneye çıktı.

Ne oynadığı rollerdi asıl mesele, ne de kameraya bakışı.

Asıl mesele, kimseye ait görünmemesiydi.

Yaşadığı ve bazı filmlerini çektiği Saint-Tropez, onunla birlikte bir kasaba olmaktan çıktı, bir hayale dönüştü.

Bikiniler, rüzgârda savrulan saçlar, çıplak ayaklar…

Hepsi Bardot idi.

Ama paradoks şuradaydı: Herkes ona bakıyordu; o ise kimseye ait olmak istemiyordu.

Aşklar, evlilikler, kaçışlar

Hayatı büyük aşklar, hızlı evlilikler ve ani kopuşlarla anıldı.

Roger Vadim, Jacques Charrier, Gunter Sachs…

Her biri bir iz bıraktı ama hiçbiri onu tanımlayamadı.

Çünkü Bardot, aşkı bile sahiplikten arındırmak isteyen bir kadındı.

Belki de bu yüzden en radikal kararını çok erken aldı:

Henüz 39 yaşındayken sinemayı tamamen bıraktı.

Bu bir emeklilik değildi.

Bu bir kaçış da değildi.

Bu, açık bir ilandı:

“Beni bir imgeye hapsetmenize izin vermiyorum.”

Işıktan gölgeye, vicdanın ortasına

Yaşlandıkça gözlerden kayboldu; ama vicdanın tam ortasına yerleşti.

Kendisini hayvan haklarına adadı.

Şöhretini, bedenini değil; sesini ve öfkesini kullandı.

Brigitte Bardot Vakfı onun gerçek mirası oldu.

Kameraların önünde değil; mezbahaların, barınakların, kürk çiftliklerinin karşısında durdu.

Bu kez “seksi” değildi, zordu.

Bu kez alkışlanmadı, eleştirildi.

Ama geri adım atmadı.

İnsanlara küstü belki.

Dünyaya kızdı.

Ama hayvanlara sadık kaldı.

Bir devir kapanırken

Geçenlerde Alain Delon’a da veda etmiştik.

Onların gidişiyle sadece yıldızlar sönmedi; bir çağ kapandı.

Bardot–Delon kuşağı, sinemada hızdan çok mesafe, gürültüden çok gizem demekti.

Bugünün yıldızları ünlü olabilir; ama onlar mitti.

Belmondo, Trintignant, Piccoli…

Hepsi gitti.

Bardot ve Delon’la birlikte, sinemanın yavaşlığı, suskunluğu, efsane olma ihtimali de gitti.

Geriye kimler kaldı?

Bu kuşağın yaşayan, temsil gücü olan neredeyse tek büyük ismi Catherine Deneuve.

O da artık bir yıldızdan çok, korunan bir müze gibi: dokunulmuyor, saygıyla izleniyor.

Bizim kuşağın şaşkınlığı

Yıllar önce Paris’te Amerikalı bir çiftle sohbet ederken Bardot ve Delon’dan söz ettiğimde aldığım cevap hâlâ kulaklarımda:

“Kim onlar?”

Şaşırmıştım.

Çünkü bizim için onlar sinema değil, hafızaydı.

Amerika’da aynı etkiyi yaratmadıkları, Hollywood’la yarışmadıkları anlaşılıyor.

Sessiz bir veda

Bugün bulunduğum yerden yarım saat mesafede Brigitte Bardot’a veda ediyorsak, bu bir yıldızın sönüşü değil.

Bu, ışığı reddetmiş bir kadının sessiz vedasıdır.

Geriye ne kaldı?

Bir filmografiden çok daha fazlası.

Güzelliğini pazarlamayı reddeden, şöhreti bırakabilen, yaşlanmayı kabullenen, ve en önemlisi: Vazgeçmeyi bilen bir kadın.

Belki de gerçek özgürlük tam olarak budur.

Bu akşam yeniden Ve Tanrı Kadını Yarattı’yı seyredeceğim;

“Tanrı nihayet o kadını yanına aldı” diye kendi kendime fısıldayarak.