Yaşlılık zor ama hâlâ verimkâr olunabilir — yeter ki insan “havluyu erken atmasın” ve hayatın ringinde kalmaya devam etsin.
Urla’da böyle bir adam vardır: Orhan Amca.
Seksenini geçmiş olmasına rağmen hâlâ çevik, hâlâ meraklı, hâlâ dost çevrelerinin aranan ismidir.
Kendini eve kapatmak yerine, sokakların, sohbetlerin ve anıların içinde yaşamayı seçmiştir.
Bir Mahalle Belleği: Orhan Amca’nın Bakkalı
Urla’nın taş sokaklarında, hâlâ onun adıyla anılan küçük bir bakkal bulunur.
Kim Urla’da büyümüşse, mutlaka oraya uğramıştır.
Bir ekmek, iki gazoz, ardından küçük bir sohbet…
Mahallenin yaşlılarına veresiye defteri açık tutar, çocukların eline gizlice birer şeker sıkıştırırdı.
O yüzden Urla’da onu tanımayan, hatırlamayan yoktur.
Geçenlerde zeytinyağı hasadımız sırasında yine uğradı Habibe Hanım Çiftliği’ne — bu kez yanında kızı Behiye ile birlikte.
Behiye, babasının yanında neşeli ama aynı zamanda koruyucu.
Onu dinlerken sözünü bölmüyor, her cümlesine dikkat kesiliyordu.
O an fark ettim: Aralarındaki o sessiz bağlılık, yılların sabrıyla örülmüş bir sevgiydi.
Behiye için babası sadece bir hatıra değil, Urla’nın yaşayan belleğiydi.
Sohbet zeytinden açıldı ama kısa sürede dönüp dolaşıp tütün zamanına geldi.
“Zeytin kadar değerliydi tütün,” dedi Orhan Amca, derin bir iç çekerek.
“Kimse kalmadı onu eken, dizen, kurutan…”
Ve bir anda, yıllar öncesine, Necati Cumalı’nın “Tütün Zamanı” romanına gittik.
Necati Cumalı: Urla’nın Hikâyesini Yazıya Döken Göçmen Oğlu
Necati Cumalı da Orhan Amca gibi Urlalı, göçmen bir ailenin çocuğuydu.
1916’da Yunanistan’ın Florina kentinde doğmuş, mübadeleyle ailesiyle birlikte Urla’ya yerleşmişti.
Edebiyatında hep o göçün, toprağa yeniden tutunmanın, emeğin ve alın terinin izleri vardır.
“Tütün Zamanı”, sadece bir roman değil; Ege’nin üretim kültürüne yazılmış bir ağıttır.
Cumalı, “Susuz Yaz”da suya, “Ay Büyürken Uyuyamam”da insanın vicdanına, “Tütün Zamanı”nda ise emeğe, dayanışmaya, toprağa ses verir.
2001’de İstanbul’da vefat ettiğinde, ardında Ege’nin alın teriyle yoğrulmuş bir edebiyat mirası bıraktı.
Romanın kahramanları — Ali, Zeliha, İsmail Ağa — aslında binlerce Ege köylüsünün temsilcileriydi.
Tütün, onların geçim umudu, aşkı, kimliği, onuruydu.
O romanı okuyan herkes, kendi ailesinden bir yüz, kendi köyünden bir ses buldu satırlarda.
Tütünün Altın Yılları
1950’lerde Ege’nin her köyünde tütün bir geçim değil, yaşam biçimiydi.
Sabahın alaca karanlığında, çiğin yapraklara yapıştığı saatlerde başlardı mesai.
Kadınlar dizlerinin arasında tütün yapraklarını dizer, erkekler kurutmalık sırıkları taşırdı.
Çocuklar ipleri tutar, dizilen yaprakları gölgeye taşırdı.
Bu emeğin her safhası, bir ritüel gibiydi:
yazın kokusu, güneşin yakıcılığı, elin teri, sofradaki ekmeğin kaynağı.
Tütün aynı zamanda bir sosyal bağdı.
Köylüler arasında imece usulü yardımlaşmanın, birlikte üretmenin simgesiydi.
Birinin ürünü kurutulurken diğeri gelir yardım eder, sonra o da yardım görürdü.
Bu döngü, köy yaşamının ahengini sağlardı.
Her evde bir “tütün odası” bulunur, yılın bereketi orada saklanırdı.
Tütünün Kayboluşu: Bir Ekonomik ve Kültürel Çöküş
Orhan Amca, o dönemin canlı tanığıydı.
Necati Cumalı ile aynı mahallede büyümüş, onun çocukluk arkadaşlarındandı.
Zaman zaman oturup o yılları, tütün dizilen avluları, sabahın ilk ışığında tütün kokan elleri anlatırdı.
“Ecevit ve Demirel döneminde tütüncüye teşvik vardı,” dedi bana, “Ama Özal zamanında adeta silindi haritadan.
Bu iş siyaset,” deyip sustu, başını öne eğerek.
Gerçekten de 1980’lerden sonra Türkiye’de tütün üretimi sert bir düşüşe geçti.
Neoliberal politikalar, özelleştirmeler ve dış baskılar köylüyü adım adım üretimden kopardı.
TEKEL’in özelleştirilmesiyle köylünün elindeki son dayanak da gitti.
Dünya Bankası ve IMF’nin dayattığı tarım reformları, destekleme alımlarının kaldırılması,
ABD ve çokuluslu sigara şirketlerinin serbest piyasaya girişiyle tütün artık “değerli ürün” olmaktan çıktı.
Bir zamanlar Ege’nin “altın yaprağı” sayılan tütün, ithalatın ve çokuluslu tekellerin gölgesinde sessizce yok oldu.
Köylü için yalnız bir gelir kaynağı değil, bir onur simgesi kayboldu.
Tütün tarlaları ya zeytine, ya yazlık sitelere, ya da suskunluğa bırakıldı.
Bir Kültürün Sessiz Vedası
Tütünün çöküşü yalnızca ekonomik değil, kültürel bir kayıptı.
Tütünle birlikte, imece ruhu, dayanışma kültürü, köylerin kolektif belleği de söndü.
Ege’nin o sabah sisine karışan tütün kokusu, artık nostaljik bir anıya dönüştü.
Cumalı’nın “Tütün Zamanı” romanındaki karakterler, bu kaybın sessiz tanıklarıydı.
Ali’nin emeği, Zeliha’nın sabrı, İsmail Ağa’nın direnci — hepsi bir dönemin sembolüydü.
Bugün o kahramanların sesini ancak Orhan Amca gibi yaşayan belleklere kulak verirsek duyabiliyoruz.
O günkü sohbetten sonra yeniden aldım elime “Tütün Zamanı”nı.
Sayfaları çevirdikçe Urla’nın o tütün kokan sabahlarını, kadınların dizlerine bağladığı yaprakları, çocukların sokaklarda oynarken burnuna dolan o keskin kokuyu hissettim.
Cumalı’nın sözcükleriyle o koku, o yoksulluğun içindeki zarif direnişi yeniden canlandı.
Orhan Amca: Yaşayan Bellek
Orhan Amca hâlâ aynı mahallede oturuyor.
Bazen bakkalın önüne bir sandalye atıyor, elinde çayıyla gelen geçeni selamlıyor.
Behiye çoğu zaman hemen yanındadır; göz ucuyla babasını kollarken, babasının anılarıyla gururlanıyor belli ki.
“Baba,” dedim, “senin anlattıklarını biri yazmalı.”
Gülümsedi: “Cumalı yazdı ya oğlum, bize söz kalmadı.”
Ama aslında kaldı — o sözlerin yaşadığı bir belleğe ihtiyaç var.
Çünkü toplumlar yalnız gelecekle değil, hatırladıklarıyla da yaşar.
Orhan Amca gibi insanlar, bir dönemin tanıkları değil; o dönemin ruhunu taşıyan canlı arşivlerdir.
Onlar olmadan tarih yalnız istatistiklerden, roman yalnız kâğıttan ibaret kalır.
Son Söz: Bir Kültürün Emeğe Yazılmış Romanı
Türkiye’nin tarımsal kalkınma hikâyesi, zeytin ve buğday kadar tütünün de hikâyesidir.
Ama biz bu hikâyenin “küçük insanlarını” unuttuk: Tütün dizen kadınları, sabahın çiğinde yaprak toplayan çocukları, o yapraklardan yaşam kuran aileleri.
Oysa kalkınma, sadece fabrikalarda değil; bu insanların alın terinde, dayanışmasında filizlenir.
Necati Cumalı, bu gerçeği edebiyata; Orhan Amca ise hayata kazımış birer Ege insanı.
Biri kalemle yazmış, diğeri yaşamış.
Şimdi her ikisinin hikâyesi birleşiyor ve bize bir çağrı yapıyor:
Toprağımızı, üretim kültürümüzü, emeğe saygıyı yeniden hatırlayın.
Allah uzun ömür versin Orhan Amca’ya.
Onun hatıraları, Cumalı’nın satırlarıyla birleştiğinde, artık sadece bir insanın değil, bir kültürün hikâyesine dönüşüyor.
Ve o hikâye, Urla’nın taş sokaklarından hâlâ usulca fısıldıyor: “Bir zamanlar burada tütün kokardı sabahlar.”
