Dönüp insanlık tarihine baktığımızda insanın kendisi hakkındaki görüşünün derin bir çelişki içerdiğini görürüz. “Korkunç olan ne çok şey var ama insanın kendisinden daha k o r k u n c u yok,” der Sofokles Antigone adlı tragedyasında. Bilim ve teknikteki olağanüstü gelişmelerin karşısına bu gelişmelere paralel olarak daha da güçlü bir biçimde nefreti, şiddeti, savaşı ve yıkımı koymuştur i n s a n d e n e n h a y v a n türü. “İnsanın içinde,” der Blaise Pascal, “hem bir yücelik olanağı bulunur hem de sefilliğe bir eğilim.” Bir yandan kendini Tanrıya eş tutarken öte yandan çamurda sürünen bir solucan gibi hisseder kendini. Nasıl da dehşetli bir çelişki, aşılması mümkün olmayan! Evet, ne olacak insan denen mahlukatın bu hali?
Pascal’ın insanın ruhunda tespit ettiği bu çelişki, y ü c e l i k ve s e f a l e t arasında gidip gelme hali günümüzde başka bir şekilde zuhur etmektedir. Artık insan kendini her şeye egemen olabilme kapasitesine ve dolayısıyla hakkına sahip olarak görmekte ve bunu handiyse toplumsal ve hatta global bir i n a n ç olarak yaşamaktadır – ve bütün inançlar gibi ciddi bir kognitif bozukluk olarak görülebilir. K o l e k t i f n a r s i z m olarak adlandırdığım bu insanlık halinin antropolojik tezahürü A n t r o p o s e n Ç a ğ ı adıyla mülhemdir – bu döneme İnsan Çağı diyenler de vardır ama insan kelimesi çağın bence en önemli özelliği olan büyüklenmeciliğe işaret edemediği için pek de yerinde bir adlandırma değildir. Dünyanın, dolayısıyla doğanın insanı etkilediği ve sonuç olarak yaşam biçimini belirlediği zamanlardan, insanın doğayı hegemonyası altına aldığı – nı sandığı – bir zamana geçilmiş ve bu çağ 2002 yılında Crutzen tarafından Antroposen Çağı olarak adlandırılmaya başlanmıştır. Bu narsistik büyüklenmecilik, ta Gılgameş zamanından beri var olup bir zamandır yeniden gündeme gelen bir söylemdir. Adına transhümanizm denmeye başlanan bu f a n t e z i bilindik bir sefilliğin tekrarından başka bir şey değildir.
İnsanın bu narsistik büyüklenmeciliğinin, kolektif narsizminin en önemli işaretlerinden biri, biraz önce değindiğim gibi son birkaç yüzyıla kendi adını vermiş olmasıdır: Antroposen! Bu çağın son yıllarında kendine hızla tanrısal bir güç atfeden insan yapay bir zekâ, yapay bir yaşam ve dahi yapay bir bilinç üretebileceğine ve hatta bu yolla ö l ü m s ü z l ü ğ e ulaşabileceğine inanmaktadır.
Öte yandan derin bir k ö t ü m s e r l i k de dolanıp durmaktadır insanın ruhunda. Apokaliptik söylemler uçuşup durur havada. Bu görüşe göre dünyanın başına gelebilecek en iyi şey, Schopenhauer’in dediği gibi, dünyayı sarıp sarmalayan kalın kabuğun kırılması ve dünyanın özgürlüğünü ilan etmesidir. Homo sapiens sahip olduğu üstünlüğü kötüye kullanmıştır çünkü ve bu nedenle ökosistemin çöküşünün gazabına uğrayarak yok olup gidecektir. P o s t h ü m a n i z m olarak adlandırılan bu görüş, mizantropik ve kötümser bir söylem olarak transhümanizmin karşısına dikilir ve yalnızca bu antroposentrisizmin aşılması gerektiğini savunmakla kalmaz, insanın yerini posthuman ve daha üstün bir zekaya bırakacağını da savunur. Bu görüşe göre gelecek ancak insanın olmadığı bir dünyada mümkündür.
Pascal’ın sorusuna geri dönersek: “Peki ne olacak insan denen bu mahlukatın hali?” Benlik imajımızın bu gözle görünür çelişkiden kurtulması için ne yapmalıyız? Elbette bu çelişkiyi nedenleriyle, nasıllarıyla daha iyi anlamaya çalışmamız gerekiyor. Bu çelişkinin nedeninin derin bir içsel boşluk duygusunun telafi çabası olduğunu fark edip bir sarkaç gibi bir uçtan öteki uca savrulmaktan kurtulmalıyız.
Transhümanizmin büyüklenmeci fantezileri ile posthümanizmin distopik kabuslarının her ikisinde de kolektif bir narsisizmin iki ayrı yüzünü görebilmeyi başarırsak eğer, yeni insanın ortaya çıkmasına zemin hazırlayacak bir düşünme biçimine varabiliriz gibi duruyor.