Violette Leduc, 1907’de Arras’da, zengin bir ailenin oğlu ile evin hizmetçisi Berthe Ludec’in evlilik dışı çocuğu olarak dünyaya gelmişti. Babası onu hiçbir zaman nüfusuna kaydettirmedi. Zorluklar içinde yaşadı Violette; annesinin titiz, öfkeli ve erkek düşmanlığı saçan disiplinini büyükannesinin koşulsuz sevgisi biraz olsun hafifletse de, yaşlı kadının ölümü Violette’i mutsuz bir çocukluğa hapsedecekti.
İlkokul eğitimi, patlayan I. Dünya Savaşı nedeniyle aksadı. Savaş sonrası yatılı bir okula verildi. Burada aşkla, cinsellikle ve edebiyatla tanıştı. Ama onun edebiyat hayatını asıl biçimlendirenler takıntılı bir ilişki yaşadığı yazar Maurice Sachs ve platonik bir aşkla bağlandığı ünlü Fansız feminist yazar Simone de Beauvoir’dir. Onların sayesinde, II. Dünya Savaşı sırasında yazmaya başladığı ilk romanı ‘Boğulma / L’Asphyxie’ 1945’de -Albert Camus’ü editörlüğünde- Gallimard tarafından yayımlandı.
Sansür dengesini bozdu
Roman Jean-Paul Sartre, Jean Cocteau ve Jean Genet gibi isimlerin övgüsünü kazanmıştı. Bunu ‘Açlık Çeken / L’Affamée’ (1946) ve ‘Yıkımlar / Ravages’ (1955) izledi. Ne var ki yayınevi ‘Yıkımlar / Ravages’in ilk 150 sayfalık bölümünü sansürlemiş, sansür Leduc’un zaten hassas olan dengesini daha da bozmuştu. 1956 yazında bir psikiyatri kliniğine yatırıldı; 49 yaşındaydı ve intihara meyilliydi.
Eleştirmenlerden aldığı övgülere rağmen okuyuculardan ilgi görmemesi, çektiği geçim sıkıntıları ve yalnızlığı kırılma noktalarıydı Leduc’un. “Kendimi anlaşılmamış olarak görmüyorum” diye yazmış otobiyografisine; “Kendimi varolmayan biri olarak görüyorum.” Yabancılaşmasına, duygu kaybının verdiği acılara vurgu yapan otobiyografisi yazmak, karnını doyurmak ve hayatta kalmak endişeleriyle doludur.
Yönetmen Martin Provost 2013’te Violette Leduc ve Simone De Beauvoir arasındaki ilişkiyi ‘Violette’ filminde anlatmıştı.
Yazmaya olan inancını kaybettiği sıralarda Leduc’a inancını hiç yitirmeyen Simone De Beauvoir, bir kez daha elini uzatacak ve onu hayat hikayesini yazmaya ikna edecektir. Leduc’un otobiyografisinin ilk cildi olan ‘Piç / La batarde’ (1964) Beauvoir’in parlak önsözüyle yayınlanır ve kitap yarattığı sansasyonel tartışmalarla birlikte büyük bir satış rakamına ulaşır. Bunda muhafazakar kesimin “benzersiz müstehcenlikler ve pornografi” ya da “skandal ahlaksızlık” suçlamalarının da kuşkusuz payı vardır!..
Hayatında ilk kez maddi açıdan rahata eren 57 yaşındaki Leduc’a başarı ne yazık ki çok geç gelmişti. 1972 yılında, 65 yaşındayken meme kanserinden hayatını kaybetti. Hep beklediği ölüm sonunda gelip onu bulmuştu…
Fakir bir kadının hayatından birkaç gün
Kısa bir roman Can Yayınları’ndan çıkan ‘Küçük Tilkili Kadın’. Hikayesi de olaysız; banliyo istasyonuna yakın bir sokaktaki eski bir apartmanın çatı katında yaşayan 60 yaşındaki fakir bir kadının hayatından birkaç günü anlatıyor.
Günümüzün koşullarında çok yaşlı değil belki ama 1960’larda geçen hikayede, karşılaştığı onca zorluktan sonra yıpranmış, güçsüzleşmiş, akli dengesinin sınırlarında dolaşan bir kadın var karşımızda:
“Ufalanıp toza dönüşen ihtiyar bir kadın o, dünyadaki bütün gümlemelerin ve tıslamaların kavşak noktası. Şakaklarım, midem, diyor kadın ayaklarına, bu iki ısınmış yabancıya. Görüşü bulanıyor, kalbi dudaklarında atıyor. Her şey sona ermişken her şeye muhtaç olmak. Artık üzgün mü, yoksa aç mı olduğunu bilmiyor. Bu şekilde yaşamak, başı öne eğik, çenesi göğsünde, kassız, sinirsiz, omurgasız. Kendi kendine bir kurban tebessümü armağan ediyor, sefaleti aynı zamanda şefkat. Boyun eğmek unutmak değil (…) Her şeyden yoksun. Geleceği tıpkı bir salgın gibi yaklaşmakta.”
Zaman zaman melankoliye, umutsuzluğa düşse bile kendisine acıdığı, yaşadıklarına pişmanlığı yok. Tersine hayata hala tutunmak istiyor. Hatta zaman zaman cinsellik bile yalıyor bedenini:
“Karşısında duran kadın, göbek deliğinden, anüsünden süslü tüyler, takılar, sahte mücevherler, yerlere kadar sorguçlar çıkan bu kadın… Bu kadın kendisi, bütün deliklerden serbest kalan kendi kanı. Kalp atışları onu rahatsız etmeyi sürdürüyor. On altı yaşındayken hissetmediği genç kız heyecanlarına bu yaşta katlanması gerekiyor (…) Tam o anda esinti boynunu, tam kulağının altını okşasa kalbi duracak gibi olurdu. Bir başkasının nefesini hissetmek için hayatını, hatta ölümünü bile verirdi.”
İki çift laf edecek kimsesi yok
İşte en önemli sorunu bu; başkalarının nefesini hissedememek. Bırakalım nefesi, iki çift laf edeceği, en ufak bir yakınlık hissedeceği kimsesi bile yok. Her gün Paris sokaklarında sanki görünmez biri gibi saatlerce dolaşıp duruyor – belki de insan olduğunu unutmamak için. İnsanlara yakın olmak arzusuyla bütün parasını metro biletine ayırıyor – açlığa göğüs gererek:
“Onun afyonu başkaları (…) “Onların kırışıklıklarını, endişelerini, uyurgezerliklerini, yorgunluklarını görmek istemiyor. İstediği şey onların sıcaklığı. Madem kendini bir dilim ekmekten mahrum etti, onlar da onu ısıtacak. Bir metroda oturarak yolculuk ediyor. Daktilo kızların parmakları, paketçi kadınların el bilekleri, ayakkabı mağazalarında çalışan kadınların boyları, banka çalışanlarının alınları, santral memuresinin kulağı, postacının ayağı onu büyülüyor. Metreyle şal desenli veya kaşmir kumaş satan genç bir hanımı veya bir erkeği izlemek için başını çeviriyor ve Doğu pazarlarında gezinmeye başlıyor.”
Kadının zihnindeki bulanıklık biraz yaşlılıktan, biraz açlıktan. Bir fantezi dünyasında yaşıyor o. Geçmişle şimdiki hayatı arasında gidip gelen düşüncelerle, kendi kendine ya da eşyalarla kurduğu diyaloglarla geçiriyor ömrünü. Yalnızlığın en can yakıcı noktasındayız. İnsanın olmadığı bir hayatta kadının yegane iletişim nesnesi çevresindeki eşyalardır. Ve en sevdiği eşyası, çocuğu yerine koyduğu eski bir tilki kürkü olacaktır.
‘Leduc’un kitapları ‘canlandırıcı’dır’
Basit, kısa ama çok yoğun bir anlatı. Okurken büyük keyif aldığımı söyleyebilirim. Leduc’un günümüzde yeniden hatırlanmasının nedeni de bu; tamlamarının çarpıcılığından ziyade yazısının parlaklığı… Yaşadığı dönemde ve sonraki yıllarda öne çıkamaması hiç şüphe yok ki edebiyat dışı nedenlerdendir.
50’li, 60’lı yıllarda taşralı bir kadın, bir kaçakçı, çılgınca yaşayan ve delice seven bir lezbiyen olarak görülen Leduc’un, kültür tarihine, edebi kanona ve bir sınıfa dahil edilmemesi basit bir talihsizlik değil. Filtresiz dili, ‘piç’liği, açıkça dile getirdiği cinsel eğilimleriyle hem toplumsal normların hem de ‘saygın’ edebiyat aleminin dışında kalmıştır.
Kadınlıkla, cinsellikle, başından geçenlerle ilgili ‘tatsız’ gerçekleri daha usturuplu biçimde söyleseydi eğer pek muhtemeldir ki Fransız edebiyat kanonu içinde ayrıcalıklı bir yer bulabilirdi. Ne var ki otosansür Leduc için bir seçenek olamazdı. Cinselliğin yasaklı hallerine -lezbiyenliğe, enseste- yer vermekten hiç geri durmadı. Ama kabalığa, pornografiye de hiç düşmeyecekti. Kimilerine göre Violette Leduc, “kadın cinselliğini, erkek dünyasından ve fantezisinden kopararak edebiyatla bir araya getiren ilk isimdi.”
Cinselliğe pek az yer vermiş ‘Küçük Tilkili Kadın’da, buna karşılık dili, üslubu ve anlatı tekniği yerli yerinde. Cümleleri, imgeleri, metaforları şaşırtıcı ve hayranlık verici. Deborah Levy’nin ifadesiyle “Sıkıcı bir cümle kuramaz Leduc. Ara sıra fışkıran bir cümle olabilir, belki de nefes almayı unuttuğunda ve sayfada hiperventilasyon yaptığında. Ama bu bile oldukça heyecan verici (…) Leduc için yazmak, yoğun bir deneyimleme biçimidir. O şimdiki zaman türünde bir yazardır ve Virginia Woolf gibi “zihne düşen atomları” kaydetmeye çalışır.
Gerçekten de Woolf’u hatırlatan bir teknik. Hikayesini bilinç akışıyla iç içe geçmiş üçüncü şahıs bakış açısıyla anlatmış. Zihnin labirentlerinde dolaşan bir akış, ileri geri gidip gelişler, kopuk gibi görünen ama çağrışımları yakaladığınızda anlamını hemen anlaşılan cümleler, düşüncelerin mekanla mükemmel bağlantısı. Öyle ki yaşlı kadınla Paris kenti arasından şaşırtıcı derecede uyumlu bir tablo ortaya çıkarken Paris bir karaktere dönüşüyor. ‘Küçük Tilkili Kadın’ kahramanın gündelik ihtiyaçları ve düşünceleriyle Paris hayatının çılgın ritmi arasındaki bağı yakalayan bir roman.
Violette Leduc’la ilgili bir yazıyı onun en büyük destekçisi Simone de Beauvoir’in ‘Piç’ romanı için kaleme aldığı o parlak önsözden bir alıntıyla noktalayalım; “Gözyaşlarına ve çığlıklarına rağmen, Leduc’un kitapları ‘canlandırıcı’dır (…) Odalar boğucu, kalpler üzgün; nefes nefese küçük ifadeler bizi boğazımızdan yakalıyor: aniden büyük bir rüzgar bizi sonsuz gökyüzünün altına alıyor ve damarlarımıza neşe pompalanıyor. Tarlakuşunun çığlığı çıplak ovanın üzerinde parıldıyor. Umutsuzluğun derinliklerinde yaşama tutkusuna dokunuyoruz ve nefret sevginin isimlerinden sadece birisi oluyor.”