Siyasi duruşu, eylemleri ve entelektüel üretimiyle Batı düşünce dünyasında derin izler bırakmış bir isimdi Susan Sontag. 1933’te New York’ta doğdu. Çocukluğu Tucson, Arizona ve Los Angeles’ta geçti. 15 yaşındayken California Üniversitesi’ne girdi. Bir yıl sonra Chicago Üniversitesi’ne geçiş yaptı, 1951’de mezun oldu. Çalışmalarını Harvard Üniversitesi’nde sürdürdü ve felsefe doktorası yaptı.
1957-1958 yıllarında Paris Üniversitesi’nde çalıştı. Daha sonra Amerika’ya dönerek New York Koleji’nde felsefe dersleri verdi ve Columbia Üniversitesi’nde öğretmenlik yaptı. 60’lı yıllar boyunca The New York Review of Books, Commentary ve Partisan Review’da birçok denemesi yayımlandı. Film senaryoları yazan ve yönetmenlik de yapan Susan Sontag’ın denemeleri arasında ‘Sanatçı: Örnek bir Çilekeş’, ‘Fotoğraf Üzerine’ ve ‘Başkalarının Acısına Bakmak’ sayılabilir. ‘Rüyaların Esiri’ (1963), ‘Ölüm Tüneli’ (1967), ‘Yanardağ Sevdalısı’ (1992) ve ‘Amerika’da’ (1999) adlı romanları dışında ‘Ben, Vesaire'(1977) adlı bir de öykü kitabı vardır. Sontag 2004’te New York’ta kanserden öldü.
‘Başka bir dünya var, ama bu dünyanın içinde’
Sontag, ilk romanı ‘The Benefactor’de de kahramanının rüyalarını gündelik hayatın çözümü olarak gören bir adamın hayatından kesitler yakalamıştı. İlk romanının kahramanı gibi ‘Ölüm Tüneli’nin kahramanı Dalton Harraon, diğer adıyla Diddy de da düş ve gerçek ayrımını yapamıyor.
Diddy, NewYork’ta köpeği ile birlikte yaşayan, iyi sayılabilecek bir işi ve geliri olan 35 yaşında bir adam. Kısa bir süre önce, bir gece yarım şişe uyku hapı içip intihara teşebbüs etmiş, kurtarılmış, üç gün içinde 10 kilo kaybetmiş olarak hastaneden taburcu edilmiş. Ne var ki o intihar anı, hastane sahneleri gözünün önünden, rüyalarından hiç çıkmıyor. Sanki ruhuyla bedeni ayrılmışçasına, başından geçenleri dışarıdan bir bakışla izliyor kahramanımız.
Diddy ile tanıştığımızda o duygu ve düşünceleri taşlaşmış biri. Hayatının gündelik rutinini sürdürse bile artık “onun gözünde tüm uğraşlar amaçsız, her yer yabancı, neredeyse herkes acayip, her mevsim vakitsiz ve her durum tehlikelidir”. Diddy’nin işlediği ya da işlediğini sandığı cinayetin nedeni de bu: Bir iş seyahati için bindiği tren bir tünelde arızalanıp durduğunda aşağıya inen Diddy, kendisine kaba davranan bir işçiyi öldürüveriyor. İşte bundan sonra duygu ve düşünceleri bambaşka bir hızla devinmeye başlayacaktır Diddy’nin. Öldürme eylemiyle birlikte suçluluk, korku, güven ve şehvet duyguları bir araya gelmiştir. Kompartımana döner dönmez gözleri görmeyen Hester’i baştan çıkarmakla başlar işe.
Buraya kadar normal bir seyir izleyen hikayenin rotasından çıktığı andır bu; yollar çatallaşır. Cinayetle Diddy arasındaki yegane bağ kendisinin itirafı ya da tanıklığı. Ama Hester, Diddy’nin trenden indiğini fark etmemiştir bile. Gazetelerde ölen işçi ile ilgili bir haber varsa da trenin tünelden geçerken hiç durmadığı, olayın intihar olabileceği yazılıdır. Diddy şaşkındır:
“Kız haklı olabilir mi? Belki de o kaba işçiyi kendi imgeleminde yarattı; raylara yapışmış yatan hasarlı erkek bedenini rüyasında gördü. Belki de tuvaletin daracık alanında biraz önce geçen macerayla, geniş, nemli, rahmi andıran, karanlık tüneli birbirine karıştırıyordur. Tuvalette olanlar da daha önce tünelde olanlar kadar beklenmedik bir maceraydı. Diddy’nin böyle acayip bir hata yapması mümkün mü? Arzu faaliyetini şiddet faaliyetiyle karıştırması, güveni korkuyla karıştırması mümkün mü? Körlüğün ve kuşatmanın farklı alanlarını birbirine karıştırmış olabilir mi?”
Belki de Diddy’nin fantezisi son kertede başarılı bir cinsel ilişki fantezisinden başka bir şey değildir. Ama bu andan itibaren okuyucu olarak bizler Diddy’nin gerçeklik algısına güvenemeyiz; hatta Hester’den, tren yolculuğundan, kardeşi Paul’den, olup biten her şeyden…
Rüyalar, simgeler, metaforlar; 20.yüzyılın hakikatleri
Sontag’ın düşünsel serüveninde Avrupa etkisinden söz edilir. ‘Ölüm Tüneli’ni okuduğunuzda bu etkiyi açık biçimde fark edeceksiniz. Özellikle de gerçek üstücülüğün, sinemanın, Bunuel’in ve Antonioni’nin etkilerini…
Bilinç ile bilinç dışını birleştiren gerçeküstücülüğün manifest filmi ‘Endülüs Köpeği’nde (1928) düşlerinden yola çıkan Bunuel, insanın özgürleştiği yer olarak düşleri göstermiş, bir düş gibi izlenen bir film yaratmıştı. Sontag’sa rüyadalık hissi veren bir roman yazmış. Sembol ve eğretilemeleri daha anlaşılır Sontag’ın ama gerçekle düşün kesin kesişme noktaları olmadığı çünkü ikisinin hep iç içe yaşadıkları fikriyatını en az Bunuel kadar çarpıcı biçimde işlemeyi biliyor.
Aralarında sadece bir yıllık bir zaman farkı olduğu dikkate alınırsa, ‘Ölüm Tüneli’nin Michelangelo Antonioni’nin ‘Cinayeti Gördüm / Blow Up’ (1966) filminden etkilendiği konusunda ısrar etmek istemem. Ancak temasal benzerlikler, en azından dönem entelektüelinin üzerinde durduğu ve sorguladığı meselelerin ipuçlarını gösteriyor. Gerek Sontag’ın romanında gerek Antonioni’nin filminde bir görüp bir kaybolan ‘hakikat’ – ya da olay – hikaye/film ilerledikçe anlatının merkezine oturuyor.
Her ikisinde de kahramanların ‘lens’lerle, görüntünün kusursuzluğuyla uğraşması da yine ortak bir ironidir. Sontag’ın ‘Ölüm Tüneli’ndeki kurgusal arayışlarını ise yeni bir sinema dili arayan, hikayeyi zaman zaman ardışık sıra izlemeyen sekanslara bölen, olmadık bir anda işin içine cinayeti karıştıran ve muğlak sonlarla biten Yeni Dalga’ya bağlayacağım.
Susan Sontag ve çağdaşlarının amaçladığı gerçeklik algımızın simgesel kurgulara dayandığının ortaya serilmesidir. Kapitalizmin simgeselleşmiş düzenine, onun politik ve yasal tezahürlerine göre örgütlenen bir toplumun paramparça edici zorlamalarına maruz kalmış bireyin hakikatten uzaklaşması, acının bir mekana dönüşmesi… O mekan ki öznenin özne haline geldiği, kaostan farklılaştığı biricik ayrıcalıklı yer olacaktır; “içerisi ile dışarısı, ben ile öteki arasında varlığına dayanılmaz kor halindeki sınır.”
Masum olmayan bir dalgınlık
Fuentes, “Onun kadar zihni açık, olayları onun kadar birbiriyle ilişkilendiren ve bağlantılar kuran entelektüel var mı bilemiyorum” demişti; “O kız eşsiz”. Gerçekten de Susan Sontag, Amerikan toplumun tipik bir örneği olan Diddy’nin duygusal ve düşünsel parçalanışını bir yandan bireysel bir süreç olarak izlerken öte yandan bu süreci toplumsal ve tarihsel gelişmelerle çarpıcı biçimde ilişkilendirmeyi de başarmış. Mesela Diddy’nin demiryolu işçisini öldürme güdüsü, hiç kuşkusuz içinde yaşadığı topluma tepeden tırnağa sinmiş şiddet duygusundan, bireyin iktidarla çatışmalı ilişkisinden kaynaklanması gibi… Nitekim bir süre sonra işlediğini düşündüğü cinayeti irdelemeye başladığında suçluluk duyguları hafifleyecektir:
“Diddy’nin sıkıntısının sebebi, ölümle sonuçlanan bir şiddet eyleminde bulunmuş olması değil; buna rağmen, kanun tarafından yakalansa, belki idam edilir, en azından ağır hapis cezası alırdı, bunu da biliyor. Onun sıkıntısı, duruma uygun bir işi ya da kimliği olmaması; bir kahraman ya da profesyonel katil değil çünkü. Sıkıntılı, çünkü bir davası, bir sebebi yok. Onu günahından arındıracak biçimde, toplumun iyiliği için işlemedi cinayeti. Yalnızca öldürdü, yasal bir katliam yapmadı.”
O yasal katliamları, kentin yoksulluktan dökülmüş binalarını, yoksulları, kiri, pisliği görse bile hiçbir şeye yoğunlaşmayan Diddy, Dublin sokaklarında bir ileri bir geri dolanan ‘Ulysses’in kahramanı Bloom gibi, “yeni bir sanat öğrenmektedir: görmeyi ve görmemeyi.” Ve tıpkı Bloom gibi Dibby de her şeyi fark eder, ancak hiçbir şeye yoğunlaşmaz: bir bakış ve sonra, tekrar yoluna devam eder. Metropolde bu böyledir: büyük kentte yoğunlaşmış büyük dünyanın baskısından kaçmanın yolu. Ancak bunu mümkün kılan nedir? “Hayatını yalnızca alışkanlıktan dolayı sürdüren insanlar, yoğun bir sıvının içindeymiş gibi hareket etmeye alışıktırlar” diye cevaplayacaktır bu soruyu ”Ölüm Tüneli”nin anlatıcısı; “hayatlarını ancak bu şekilde sürdürebilirler. Yaşamaları, görmemelerine bağlıdır”.
Görmemelerini sağlayan, başkaları acı çekerken onları acıdan kurtaran şey rüyalar aleminde yaşamalarıdır. Rüyalar bilinçli fanteziler ve gerçek anılarla karışır, bireye sığınacak yeni bir mekan yaratırlar.
Bir adamın intiharı sürecinde gördüğü düşler ve sanrılar üzerinden kurgulanan, ama her bir düş ve sanrıyla modern hayatın dış kabuğunu kırarak içerilere doğru ilerleyen, oradan bulup çıkardığı kirli görüntülerle gündelik hayatın acımasızlığını ve korkunçluğunu çok açık bir görüş gücü ve görsellikle sergileyen ‘Ölüm Tüneli’, Sontag’ın bütün çalışmalarında gördüğümüz melankolisinden nasibini fazlasıyla almış. Bazı yerlerde çok kaba, acıverici bir kabalık, kahramanın acısını yaşatıyor. Soğuk, metalik ve mesafeli üslubunun altında içe işleyen, insanlık dışı, yakıcı bir durumu taşıyan bir anlatım var.
Böylesine katmanlı bir metin üzerine daha çok şey söylenebilir elbette; ama sözü çok uzattık, mutlaka okuyun diyerek bitireceğim.