Geçen hafta Herbert Clyde Lewis’in 70 yıllık bir unutuluşun ardından yeniden hatırlanan ‘Gemiden Düşen Adam’ romanını incelemiştim. Onun kadar yaşlı olmasa bile bu haftaki kitabımız da eskilerden; Paula Fox’un 1970 yılında yazdığı ‘Umutsuz Karakterler’.
‘Gemiden Düşen Adam’da orta sınıftan, orta yaşlarda bir adamının boğuntusunu ve yabancılaşmasını okumuştuk. ‘Umutsuz Karakterler’in kahramanları da aynı boğuntuyu hissediyorlar. Paula Fox Brooklynli bir çiftin yaşadığı iletişimsizliği, duygusal yabancılaşmayı, 1960’ların dünyasının yarattığı modern umutsuzluğu anlatıyor.
Paula Fox 1923’te New York’ta Kübalı bir anne ve İrlandalı bir babanın çocuğu olarak doğmuştu. Annesi senarist, babası hem senaryo yazarı hem de İngilizce öğretmeniydi. Çocuk yetiştirmenin sorumluluğunu üstlenemeyen ebeveyni küçük kızı bir rahibe ve onun yaşlı annesine teslim etti. Neyse ki bu evde aradığı şefkati bulmuştu. Eğitimine de özen gösterildi.
Altı yaşında ailesinin yanına dönen Paula çocukluğu boyunca New York, Kaliforniya ve Küba arasında mekik dokudu ve nihayet 12 yaşlarında New York’a döndü. Columbia Üniversitesi’nde edebiyat eğitimi aldı. 1944’te hamile kaldı ve rivayetlere göre babası Marlon Brando olan kızı Carrol’u evlatlık olarak verdi (yazar ve psikoterapist olan Carrol ünlü pop şarkıcısı Courtney Love’ın annesidir).
Paula Fox üniversiteyi bitirdikten sonra bir yandan sorunlu çocuklar için öğretmenlik yapıyor bir yandan da çocuklar ve yetişkinler için romanlar yazıyordu. Çocuk kitapları ona başarıyı getirmişti. Pek çok ödül kazandı, ki bunlar arasında en önemlisi -uluslarası saygınlığa sahip- Hans Christian Andersen Ödülü’dür. Ne var ki 1967’de ‘Poor George’ ile başladığı yetişkinlere yönelik romanları eleştirmenlerden övgü almasına rağmen okuyucuların ilgisini çekmeyecekti. Romanlarının değeri 90’lı yıllarda anlaşılan Paula Fox 2017 yılında 93 yaşındayken hayata veda etti.
‘Umutsuz Karakterler’ kitabı 1971’de Frank D. Gilroy tarafından sinemaya uyarlanmıştı.
New York değişirken
‘Umutsuz Karakterler’in karakterleri Sophie ve Otto Bentwood çiftiyle 1960’ların sonunda, bir cuma akşamı, Brooklyn’deki evlerinde yemek hazırlıkları sırasında tanışıyoruz:
“Mr. ve Mrs. Otto Bentwood sandalyelerini aynı anda geriye çektiler. Otto otururken sepetteki Fransız ekmeği dilimlerini, toprak güveç kabındaki tavuk ciğeri sotesini, Sophie’nin Brooklyn Heights’taki antikacılardan birinde bulduğu mavi söğüt dalı desenli oval porselen tabaktaki söğüş domates dilimlerini ve yeşil seramik kâsedeki Milano usulü risottoyu gözden geçirdi. Tiffany abajurun dekoratif camıyla bir nebze yumuşayan parlak ışık yemeği aydınlatıyordu”…
Uzun bir paragrafla evin her detayını tasvir ediyor Paula Fox. Ediyor, zira bu romanda mekanlar insanları, 60’lı yılların kentsel dönüşümünü, dönüşümün yarattığı kültürel ve sınıfsal yarılmayı vurgulamak açısında merkezi bir önemde. Nitekim yemek masalarından kütüphane raflarına kadar göz gezdirdiğimiz evin her detayı zenginliğe ve ev sahiplerinin kültürüne işaret ediyor. Her ayrıntısına özen göstererek döşedikleri bu ev, Bentwood çiftinin sığınağı – her ne kadar pencerelerinden baktıklarında yoksul komşularının hoş olmayan görüntüleriyle karşılaşsalar bile. Yakın zamana kadar göçmenlerin ve siyahların yaşadığı Brooklyn’in yavaş yavaş kabuk değiştirmesini dört gözle bekliyorlar.
İkisi de 40’lı yaşlarında. Otto avukat, Sophie çevirmen. 15 yıldır evliler, maddi durumları yerinde, çocukları yok ve görünüşe göre beklentileri de yok. Bentwoodlar, durağan hayatlarını renklendiren bir arkadaş partisine gitmeye hazırlanırken beklenmedik bir ziyaretçi beliriyor balkon kapısında: Hırpani, bir deri bir kemik kalmış bir tekir kedi. Sophie, Otto’nun itirazlarına rağmen kediyi beslemek için dışarı çıkıyor ve romanın yegane aksiyonunu sağlayan olay gerçekleşiyor; kedi, muhtemelen açlığın ve oburluğun tetiklediği saldırganlıkla Sopohie’nin elini yaralıyor…
Bu andan itibaren -doktora görünmeyi reddetmesine rağmen- Sophie, kuduza yakalanmış olabileceği endişesi ile gerilimli bir 72 saat geçirecek, bu zaman zarfında Bentwoodlar’ın başına gelen her bir talihsiz olay ise gerilimin atmasına katkıda bulunacaktır. Aslında söz konusu olayların -yazlık evlerine birilerinin girdiğini fark etmeleri dışında- pek bir ehemmiyeti yoktur ama gerçek hayatla bağlantıları kopuk bu insanları tedirgin etmeye yeterlidir. Kuduz testinin sonuçlarının gelmesini beklemek hiç kolay olmayacaktır…
Olaysız, hatta durağan ama yine de gerilimli bir roman. Gerilim hem Bentwoodlar’ın hem de okuyucunun Çehovvari bir ‘patlama’ beklentisinden geliyor. Beklentiyi yaratan, Paula Fox’un Bentwoodlar’ın evliliklerinin kopma noktasına geldiğini gösterirken hikayenin geri planına 1960’lı, 70’li yılların toplumsal kargaşasını yerleştirmesi. Ortada açık bir şiddet yok, başlarına gerçekten korkunç şeyler de gelmiyor ama tehlikenin her an yanı başlarında olduğuna ilişkin bir kaygı, bunun yarattığı bir huzursuzluk hissediyorlar. Bunun irrasyonel olduğunu düşünse bile Paula Fox’un mesafeli anlatısı okuyucuyu da beklentiye ve huzursuzluğa itiyor.
New York’ta 60’lı yıllarda yükselişe geçip 70’lerde sönümlenen Sivil Haklar Çağı’nın orta sınıf beyazlar için ne anlama geldiğini Otto ve Sophie özelinde incelemiş Fox. Bir söyleşisinde dile getirdiği gibi, “kitabın merkezinde hem eski hem de ne yazık ki eskimeyen ırksal bir gerilim var. Sadece ırksal değil, sınıfsal, yani parası ya da başarısı olmayan yoksulların varlıklılara karşı olan gerilimini de içeriyor”.
Konforlu alanlarından çıkamayanlar
Otto ve Sophie böyle bir dünyada kendi konumlarından endişeliler ama konuşmaktan kaçınıyorlar. Aslında rahatsız edici konulardan, daha doğru bir deyişle gerçeklikten kaçmak, Bentwoodlar için standart bir davranış biçimi. Mesela Otto, en yakın arkadaşı ve ortağı Charlie’den neredeyse hiçbir şey söylemeden ayrılıvermiş. Sophie, belki hayatını değiştirecek bir ilişki yaşadığı sevgilisine duygularını ifade edememekten muzdarip. Diğer arkadaşları ile ilişkilerinde de -karşılıklı olarak- dürüstlük yok. Ve birbirlerine karşı hiç açık değiller, konuşuyorlar ama iletişim kuramıyorlar.
Romanın en övgüye değer yanı Fox’un böyle bir evliliği çok ekonomik bir dille tasvir etmesinde yatıyor. Aynı evde, ayrı dünyalarda yaşayan iki insan, değişen ruh halleri, birbirlerini sürekli sınamaları, ne kazanılan ne de kaybedilen çatışmalar, dostluğun, sevginin ve cinselliğin olmadığı soğuk ve bunaltıcı bir evlilik. Özetini bir cümleye sığdırmak mümkün:
“İkisi de kaskatı duruyor, ikisi de yarı bilinçli bir şekilde diğerine karşı kanıt topluyor, ikisi de anlamlandıramadıkları öfkeye denk gelen suçlamalar arıyorlardı.”
Paula Fox, iletişimsizliği, gerginliği ve kızgınlığı sergileyebilmek için diyalogları kullanmış. Aslında diyalogdan ziyade havada asılı kalan kelimeler, birbirini değmeyen açıklamalarla sürüp giden monologlar bunlar. Sonuçta her iki tarafın kendi yalnızlıklarına çekilmeleriyle sonlanan apaçık bir iletişim kopukluğuna tanıklık ediyoruz.
Paula Fox, kelimeleri ve cümleleri -daha derin anlamlar da yükleyerek- titizlikle seçmiş. İnsan ruhunu bilen bir yazarın kaleminden çıkmış okuma tadı veren cümleler. Kısa, öz ve betimleyici. Metaforları ve benzetmeleri yerli yerinde ve idareli kullanıyor, Kurgusu ve olay örgüsü de aynı titizlikte. Her hareketi ve olayı tarttığını, olaylara farklı açılardan baktığını, kişilerin davranışlarıyla düşünceleri arasındaki çelişkileri yakaladığını hemen fark edeceksiniz. Sophie’nin kuduz korkusu, evliliklerindeki çatlak, Otto’nun bozulan iş ortaklığından duyduğu endişe ve en nihayetinde Amerikan kent yaşamındaki kriz görünmez ipliklerle birbirine bağlanırken Fox, umutsuz karakterlerin bütün çıkış yollarını kapatıyor.
Huzursuzluk, iletişimsiz, dayanışmasız, kendi kabuğuna çekilerek sürdürülen bir hayat elbette trajik değil, basitçe hayal kırıklığıdır. Trajedi yoksa kahramanlık da, yücelik de, eylem de yoktur; geriye kalan umutsuzluktur ve romana ismini veren de budur.
Sessiz çaresizlik
Paula Fox ilhamını Henry David Thoreau’nun bir cümlesinden almış: “İnsan kitlesi sessiz bir çaresizlik içinde hayat sürdürüyor.”
Sadece cümleyi değil paragrafın tamamını okursak romandaki temaları daha iyi kavrayacağız:
“İnsan kitlesi sessiz bir çaresizlik içinde hayat sürdürüyor. İstifa denen şey teyit edilmiş çaresizliktir. Umutsuz bir şehirden umutsuz bir ülkeye gidiyorsunuz ve vizonların ve misk sıçanlarının cesaretiyle kendinizi avutmak zorunda kalıyorsunuz. İnsanoğlunun oyunları ve eğlenceleri denilen şeylerin altında bile basmakalıp ama bilinçsiz bir umutsuzluk gizlidir. Bunlarda oyun yok, çünkü bu işten sonra gelir. Ama umutsuz işler yapmamak bilgeliğin bir özelliğidir.”
Sadece Paula Fox’un umutsuz karakterlerinin değil, günümüzde modern burjuva bireyin genel karakteristiği tam da budur; akıldan, bilgelikten, cesaretten uzak bir hayat sürdürmek. Gerçeklerle yüzleşememek, sorunları görmezden gelmek. Belli ki kitabın yazıldığından bu yana, yaklaşık 50 yıldır aynı çaresizlik içinde yaşıyor metropol insanları. Paula Fox, bir evlilikten kısa bir kesit verirken hayatlarını benzer bir umutsuzlukla sürdüren okuyucuları yüzleşmeye, kendilerine objektif bir gözle bakmaya zorluyor – aynadan yansıyacak olanın korku değil, çaresizlik olduğunun bilinciyle…