Hal Foster sanatçının projeden projeye koşturduğu, alımlayıcının ise neredeyse antropolog gibi sanatçının peşinde çok geniş bir söylemsel alanı tüketmek için çabaladığı sanat ortamını (yani bugünkü sanat ortamını) kendine çıkış noktası alıyor. Yani ister post-modern deyin ister çağdaş, bu ortam Foster’in teorik çalışma alanı. Ve bu bağlamda yeni avangard olarak anılan 1960’lı yılların sanat etkinliklerinden günümüze kadar uzanan çizgide avangardın kendini gösterme ve konumlanma biçimlerine değiniyor.
Şimdi önemli soru şu: Acaba bu çerçeveden bakıldığında günümüz sanatının ölçütleri nedir. Yani sanatın sonundan (Arthur Danto) sonra yapılan sanatı nasıl değerlendireceğiz. Ve tabii şu kaçınılmaz soru da akıllarda olmalı: acaba bu hızlı dünyada bir sanattan gerçekten söz edilebilir mi?
***
Daha önce bu köşede anlattığım gibi Manet döneminde hareketlenmiş olan alımlayıcının yeni dönemde sanata karşı takındığı tavrın anlamı tam da bu noktada yatmıyor mu, diye soruyor Foster ve bu soruyu temel bir yeni kavramla yanıtlamaya çalışıyor.
O kavram travmatik gecikmiş eylem’
Yani Foster’e göre çağdaş sanatta yapıtlar klasik bir tarihsel çizgi içinde değerlendirilmekten çok devamlı hareket halindeki alımlayıcının algılama anında meydana gelen değişmelere ve gelecekten bakarak kuracağı bir ötelenmiş yorumlama mekanizmasına göre değer kazanıyor.
(Foster’in bu yorumunun geçen hafta anlatmış olduğum Derrida’nın teorisine ne kadar borçlu olduğunu unutmayalım).
Alman edebiyat kuramcısı Peter Bürger (1936-) 1974 yılında ‘Avangard Kuramı’ adlı kitabını yayınladı. Hayli etkili olan bu kitabında Bürger iki savaş arasında üretilen sanatın (Bürger, Dada ve Gerçeküstücülük’e ağırlık veriyordu) günlük yaşamın kaygılarıyla eleştirel şekilde ilgilendiğini savunuyordu. Bu şekilde sanatlar halkların, grupların ve bireylerin toplumsal, ekonomik, politik, ahlaki, felsefi, kültürel ortak koşullarını ifade ediyordu.
Bürger kendisini (Greenberg’in de söylediği gibi) bu koşullardan giderek daha çok ayıran ve uzaklaşan avangardın modern sanattan farklı olduğunu da savunuyordu (‘Çağdaş Sanatı Anlamak’ Graham Whitman ve Grand Pooke.. Sayfa 36-37).
Ancak Burger yine de iki savaş arasında üretilen avangard sanatın (ki o buna tarihsel avangard adını veriyor) başarısız olduğu sonucuna varmıştır, çünkü geleneksel olmayan materyal kullanarak sanatsal geleneklere karşı durmak gibi yöntemler bu gelenekleri var eden toplumların eleştirisi olarak sesini yeterince duyuramamıştır.
Bürger avangard olarak tanımladığı modern sanatın ögelerini tartışmanın yanı sıra 1945 yılından sonra bazı pratiklerin ‘tarihsel avangardın’ arzularını devam ettirdiğini de tespit etti (Bürger savaş sonrası dışavurumu ‘neo-avangard’ olarak adlandırıyor).
Fakat o neo-avangard’ı politik ve kültürel seçkinlere karşı çıkış aracı olarak etkisiz buluyordu, çünkü ona göre neo-avangard daha önce tarihsel avangard tarafından kullanılmış ve başarısız olmuş stratejileri tekrar etmişti (Çağdaş Sanatı Anlamak s.37.) (vurgu benim S.T).
***
Bu başarısızlığın ardından avangardın yok olmaya başladığını da söyleyen Peter Bürger’le de polemiğe girdi Hal Foster.
Foster, Bürger’in de temsilcisi olduğu her şeyi açıklayan ‘Tek kuram’ yaklaşımının geçerli olup olmadığını da sorguladıktan sonra, (zaten Foster iyi bir postmodernist olduğundan bunu sorgulaması da normaldi) avangardın ölmediğini ve minimalizm ve pop art’ın avangardın tamamlayıcısı ve devamcısı olduğunu ileri sürdü.
‘Return of the Real’ (Gerçeğin Geri dönüşü) kitabında Foster avangardın tarihsel yeniden oluşumu modelini ileri sürüyor. Bu modelde her yeni dönem bir önceki dönemin kaçınılmaz hatalarından öğrenerek yeni ve daha az hatalı sanatsal üretim yapabiliyor.
Foster Anti-estetik(1989) kitabında Peter Bürger’in avangard teorisi kitabında öne sürdüğü neo-avangardın aslında bir tekrardan ibaret olduğu tezine karşı çıkmak için model olarak Karl Marx’ın Hegel’e karşı geliştirdiği argümandan yararlandı.
dediğim gibi Bürger kitabında neo-avangardın tarihi avangardın proje ve başarılarını tekrar etmeye çalıştığını ve bu yüzden başarısız sayılmaları gerektiğini söylemişti.
Foster ise buna karşı Sigmund Freud’un çalışmalarından esinlenen gecikmiş eylem modelini öne sürdü. buna göre ileride gelecek yeni dönemde bir önceki dönemden öğrenenler o zaman yapılamamış olanları başarıp (yani gecikmiş eylemle) avangardın başarısını ortaya çıkarabilirdi.
Hal Foster’a göre tarihte iki ana avangard gelişimi çizgisi vardı.
Bunlardan ilki Picasso’dan Jackson Pollock’a uzanan çizgi.
Diğeri de Marcel Duchamp’dan Andy Warhol’a giden çizgi.
Birincisinin önemini çok iyi bilmekle birlikte ben özellikle çağdaş sanatı da anlamaya başlamak açısından ikinci çizginin çok daha önemli olduğunu düşünüyorum.