Modern ve çağdaş sanat hakkındaki kitaplarda genellikle hep ağır bir dil ve zor anlaşılan cümleler olduğunu gördüm.
Konu hakkında yeni bir çağdaş sanat kitabı yazmak için gereken motivasyonu başta bu tespit vermişti işte bana.
Konu hakkında yazmaya karar vermiş olmakla birlikte konu bana da çok yeniydi. Anlayacağınız bir yandan öğrenirken bir yandan da yeni öğrendiklerimi size anlatacaktım.
Uzmanlığım olmadığından bu bir dezavantaj olarak görülebilir tabii ki, ama yazar açısından risklerine rağmen yeni öğrenilen ve yeni öğrenmenin heyecanıyla yazılan bir kitap hem okuyucu açısından daha kolay anlaşılır ve çok daha sıcak duygularla dolu olabilirdi bence.
Bir de tabii ki konuyu ben de yeni öğrendiğimden, öğrenmek için okuduğum kitaplardaki zorlu dilden ve kavram zorluğundan çektiklerimi okuyucuya çektirmeme ilke kararını almıştım kütüphanemden çıkıp yazı masama geçmeden önce.
Sonra yine o gün ‘iyi yaşam nasıl olmalı’ sorusuna cevabım olan elde kitap benim gibi tek başına sessizlik içinde okuma mutluluğuna varmış insanlar üstüne 18’inci yüzyıl sonu ve 19’uncu yüzyıl başında çizilmiş birçok resim olduğunu da düşündüm. Beni çok etkileyen bu resimlerden Chardin’in Le Philosophe lisant ve Courbet’nin Baudelaire’yi kitap okurken gösteren resimlerini söyleyebilirim.
bu resimlerde kitap okumakta olan insanın derinliğini, okuduğuna konsantre olmanın ve sessizliğin güzelliğini hep görür ve kendime de hep böyle bir hayat hayal ederim. Benim için iyi hayat işte o resimlerde gösterilen hayattır.
***
Eleştirmen George Steiner ’No passion Spent: Essays’ adlı makale derlemesinin ‘the Uncommon Reader’ başlıklı açılış denemesinde çağdaş kültürde okumanın öneminin azalmasının internet döneminden daha önce başladığını söylüyor. bunun sebepleri olarak dünyamızda müziğin öneminin artmasını, sessizliğin yok olmasını ve insanın akılda tutma yeteneğinin ortadan kalkmasını gösteriyor. bir tespit olarak doğru da olabilir.
ama ben buna direnme amacındayım. kitabımı da benimle direnişe girecek okurlar için yazmaya girişecektim.
Çağdaş sanat kendi başına dahi zor ve karmaşık bir konu. Ama onu daha da zor yapan yanı jacques Derrida, Michel Foucault, Roland Barthes, Ranciere ve Deleuze gibi zor filozofları anlayıp anlatmayı da baştan zorunlu kılması.
Bunlardan Ranciere’i anlamaya çalışma sürecinde onun bir çalışmasından bir konuyu yeni öğrenirken onunla ilgili yazmaktan ibaret olan yazarlığıma yeni bir anlam verecek bilgiye de ulaştım.
***
Bu Ranciere’in ‘Cahil Hoca’ kitabıydı.
Kitapta Ranciere, Jacotot adlı bir kişinin yaşadıklarından yola çıkarak insanın bilmediğini de öğretebileceğini ve başkalarına bilgiye ulaşma yolunu açabileceğini anlatır. Benim bu kitapta yapmaya çalışacağım da buydu aslında.
1818’de sürgünde bir devrimci olan Jacotot Belçika’da Fransız edebiyatı okutmanı olarak yarı-zamanlı bir iş bulur. Tek kelime Fransızca bilmeyen Flamanlara kendisi de tek kelime Flamanca bilmediği halde hocalık etmek zorundadır… İki dilli bir kitap baskısı koşar imdadına; öğrencilerinin kendi kendilerine Fransızcayı ve konuyu öğrenmelerine kılavuzluk eder. İnsanın bilmediğini de öğretebileceğini gösteren bu tuhaf deneyin sezdirdiği kaçınılmaz sonucu anlamakta hiç gecikmez Jacotot: Bilen ile bilmeyenin, öğreten ile öğrenenin, kol emekçisi ile zihin emekçisinin, kısacası zekaların eşitliğini keşfeder.
Burada özetlemeye çalışarak çalışmaya haksızlık yaptığımın farkındayım, çünkü felsefi derinliği olan, bilginin ve öğrenmenin anlamını sorgulayan önemli bir kitaptı.
***
bu çalışmayı keşfettikten sonra yeni kitaba başlamakla ilgili korkum tamamen geçmişti ve öğrenirken öğretmek için çalışmaya başlama kararı aldım. Hatta kendime ‘cahil yazar’ bile demeye başladım Ranciere’den esinlenerek.
Her ne kadar Ranciere’den öğrendiysem de çalışmadaki bir amacım da Ranciere’in genelde yazdığı türde cümlelerin bulunmadığı bir kitap ortaya çıkartmak ve her şeyin özüne inip konuları olabildiğince basit anlatmak olacaktı.
***
Yani Ranciere’in yazdığı şu cümleye benzer cümleler bu kitapta olmayacak, bundan emin olabilirsiniz:
‘Apaçık ki burada görselin özü olarak ortaya konan totoloji söylemin totolojisinin ta kendisidir. Söylem bize basitçe şunu der: Aynı aynıdır, başka başkadır. Bağımsız önermeleri iç içe geçirerek yapılan retorik oyunla tümellerin genel nitelikleriyle teknik bir aygıtın öz niteliklerini özdeşleştiren söylem kendini bir totolojiden fazla bir şeymiş gibi gösterir.’
***
bu tür cümleler kesin olmayacaktı benim çalışmamda
ilke kararları alınmıştı artık. kütüphanemde yaşayan kedilerimi biraz daha sevip öptükten sonra çalışmakta kullanmak için seçtiğim kitaplarımı iki büyük poşete doldurup doğru yazı masama geçtim.
yazmaya başladım ve aylar sonra bitirdim. Kitap inşallah eylül ayında buluşacak okuyucusuyla.