Edwin Porter (1870-1941) ‘The Great Train Robbery’ adlı 12 dakikalık filmiyle sinema tarihinde kendine önemli bir yer edindi. çünkü Porter bu kısa filminde fazla teori yapmadan film sanatında yeni bir anlatım dili oluşturulması açısından ilk adımları atmıştı.

şimdi anlatacağım size basit gibi gelebilir, ama unutmayın o yıllarda sinema sanatı daha yeni ortaya çıkıyor ve iyi film çekmek için ne yapılması gerektiği de henüz bilinmiyordu. 

Porter o filminde 14 ayrı sahneyi aralarında mantıki bağlantıları olmadan kullandı ve seyircilerin sahneler arasındaki bağlantıları kendi kafalarında kurmasının yolu açıldı. yani örneğin ateş açılan bir sahnenin hemen ardından yerde ölülerin yattığı sahneye atlandığında seyircinin arada çıkan savaşta ölenler olduğunu düşüneceği öngörülmüştü. bugün için bu bize basit gelebilir ama o günler için bu devrimci bir düşünceydi.

***

Anlayacağınız yeni bir sanat dalı olacağı belli olan sinema kendisine özel bir anlatım dili bulmaya çalışıyordu.

Porter bir sonraki filminde kahramanı oynaması için David Wark Griftith’i seçince film sanatının tarihi gerçekten yazılmaya başlandı.

D.W. Griffith’in sinema konusunda hiçbir eğitimi yoktu, sadece kitap okumayı seven, vizyonu olan bir gençti. yönetmeninden de çok şey öğrendi ve sinema üstüne çalışma başladı. sinema üzerine yoğun teorik çalışma yaptı ve Biograph adlı şirkette çalışırken 400’e yakın da kısa film çekti. Teoriyi pratikle birleştirme imkanı bulmuştu. sonunda Biograph şirketinden ayrılıp kendi başına büyük işler yapmaya girişti,

D. W. Griffith sinemaya özgü yeni bir anlatım dili bulduğuna inanıyordu.

***

1913 yılında New York Dramatic Mirror adlı yayına bir ilan verdi ve kendi buluşu olduğunu söylediği yeni sinema dilinin ana noktalarını anlattı. İlanında yakın çekim, bir hikayeyi paralel anlatımla çekim ve geriye dönüşler gibi yeni teknikler anlatılıyordu.

***

yeni teknikleriyle film çekmeye başladığında orada bulunan teknisyenler ‘ama bunu yapamazsınız ki’ diye itiraz etmişti.

***

Griffith ise onlara tarihe geçen şu cevabı vermişti: ‘Neden yapılamayacakmış ki! Büyük usta Charles Dickens da romanlarını bu teknikle yazmıyor mu?’

***

Griffith bu lafı söyledikten sonra evine gidip Dickens’ın romanlarını yeniden gözden geçirmiş ve ertesi gün kendinden emin film setine dönmüş, film benim dediğim gibi çekilecek demişti.

***

1812-1870 arası yaşamış olan Charles Dickens’ın romanlarında kullandığı anlatım dili ve roman tekniğiyle yıllar sonra gelecek sinema dili üstünde belirleyici olabilmesi öğrendiğimde bana büyük heyecan vermişti.

***

Büyük Sovyet film yönetmeni ve film teorisyeni Sergei Eisenstein da bu Dickens bağlantısından dolayı heyecanlanmış olsa gerek. Çünkü Eisenstein 1944 yılında yazmış olduğu ‘Dickens, Griffith and Film Today’ başlıklı sonradan dünya ölçeğinde meşhur olan ve film yönetmenliği eğitimi verilen birçok önemli okulda hala okutulan makalesinde Dickens’ın romanlarında kullanılan paralel anlatım stilinin film yöneteceklere ne tür dersler içerdiğini ve Oliver Twist gibi romanlarda kullanılan paralel anlatım tekniklerinin filmin sanat olarak gelişiminde nasıl etkin olduğunu gösteriyor.

***

Eisenstein montaj tekniklerine dair son derece orijinal düşünceleri olan bir film teorisyeniydi. ve kökenini Dickens’ın romanlarına borçlu olduğu film teorisi üstüne düşünceleriyle sinemanın bir sanat olarak gelişmesine büyük katkıları oldu.

***

tabii bu tarihin başlatıcısı olarak D. W. Griffth’e özel bir saygı göstermeliyiz. D. W. Griffith tüm yeni film teorisini ‘The Birth of a Nation’ filminde uyguladı.