Ben hayatımın en acıyla dolu bir haftasını bundan tam 30 yıl önce geçirmiştim.
O sıralar Hürriyet gazetesinin Washington temsilcisiydim. yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök bir haftalığına bana kalmaya geldi.
geleceği sekreteri tarafından tebliğ edildiğinde (çünkü büyük adamlar benim gibi pleplerle direkt konuşmayı sevmez) ben bunun fazla hoş bir deney olamayacağını zaten biliyordum.
Ama dünyada hiçbir güç o bir haftada yaşayacağım tuhaflıklara, travmalara beni katiyen önceden hazırlayamazdı. o hafta benim sadece acıyla geçirdiğim değil, aynı zamanda evimde kalmakta olan o adamı ne yapıp edip mutlaka öldürmem gerektiğine de ikna olduğum haftaydı.
***
Şimdi bana sorsanız seni bu kadar etkileyecek ne yaptı bu adam diye inanın size net bir şey, şunları yaptı diye sayamam.
bu belirsizlik büyük ihtimalle onun militan bir pasif agresif olmasından kaynaklanıyor olabilirdi.
çünkü Washington’a adımını atar atmaz müstehzi bir ifadeyle sanki bende ağır bir eksiklik varmış gibi bakmaya başlamıştı bana. ortaya attığım hiçbir fikri orijinal bulmuyordu ve kendisinde daima daha iyi bir fikir varmış gibi davranıyordu.
ondaki daha iyi fikir içinde mümkün olduğunca çok insanın öldüğü bir cinayet filmi seyredip eve pizza söylemekten ibaretti.
ama onun en iyisi bu olsa dahi benim bunu bile katiyen aşacak bir şey söylememin imkanı yokmuş tavrındaydı hep.
***
Hatırladığım kadarıyla bir hafta boyunca biz hep pizza yedik ve yanında kırmızı şaraplar içtik. bu dediğime bazen sabah kahvaltısı da dahildi. o bir hafta boyunca yönettiği gazetesine ne yazacağımı sormadı bile, çünkü bu galiba umurunda değildi.
onun o bir haftada tükettiği pizza miktarını düşünce bugün bile ne kadar fit olabildiğine şaşırıyorum, çünkü o bir haftada almış olması gereken kalori bence 30 yıl yetecek kadardı.
***
İkinci gece dehşet içinde fark ettim ki adamın ortalama uyuma müddeti Kont Darakula’dan bile azdı.Yani insanlığın geri kalanı gibi kıyafetini değiştirip yatağa uzanıp uyuma adeti yoktu.
Yatakta uyumaması, benim ilk başıma geldiğinde onu birden öldü sanıp sevindiğim televizyon karşısında çok kısa ama ağır uyuklama adetinden kaynaklanıyor olabilirdi.
bu ilk başıma geldiği gece eve geldiği ilk günden beri elinden bir türlü bırakmadığı televizyonun uzaktan kumandasını elinden alayım dedim. ne kadar uğraştımsa parmakları bir türlü açılmıyor ve aleti bırakmıyordu. ölüm sertliği denen rigor mortis olmuş olduğuna karar verdim, bir yandan bizzat öldürmeme gerek kalmadığına sevinirken, bir yandan da onu elinde kumanda aletiyle birlikte gömmek zorunda kalacağımıza üzülüyordum.
***
Uykumun çok tatlı geldiği ve yatağımın bana çok güzel göründüğü bir sabaha karşı üçte (yani yeraltının en kötü güçlerinin yeryüzüne çıktığı saatte) dürtülerek uyandırıldım. ben ilk önce ya zebani ya da Azrail geldi sanırken, bir de baktım gülen yüzü ve o an sanki saat sabaha karşı dört değil de sabah 11 gibiymiş gibi dinamik ifadesiyle bana ‘kalk kalk Jason şimdi çok fazla kişi öldürecek bunu sen de görmelisin’ dedi. arkadaşlığımız olsa dahi işi ucunda ekmek parası da olduğundan sanki çok sevinmiş, bana bu mutluluğu bahşetmiş olmasından dolayı nasıl da mutlu olmuş gibi davranarak kaktım mecburen. Tabii ki kendime de pizza ve şarap aldım ve sonra Jason’un üst üste birkaç kurbanını doğrayıp parçalamasını gülerek ve espriler yaparak izledik.
***
Woodley Park’taki evim Hayvanat bahçesine çok yakındı ve o sabah Miami’de yaşanan bir olayın haberini dinlemiştim. Haberde Miami’deki hayvanat bahçesinde bir arslanın kafesinden kaçıp dondurmasını yemekte olan bir aşırı şişman adamı yediği anlatılmıştı (bu tür haberler nedense hep Miami’de olur ve bu yüzden orada yaşayıp çalışan Carl Hiassen şehrin bu özelliği sayesinde kendine yazarlık kariyeri bile yaratmıştır).
***
haberi duyar duymaz belki Washington’da da benzer bir şey olur ve kaçan arslan Özkök’ü de yer diye ona hayvanat bahçesine gidelim dedim. bu, o bir hafta içinde ve o günden bu yana geçen 30 yıl içinde üzerinde hızla anlaştığımız tek konu oldu.
size yemin ediyorum adamın gorillerle konuşma ve anlaşma yeteneği var, bunu gözlerimle o gün gördüm.
Adları Oussman ve Souleman olan iki goril Ertuğrul Özkök’e dumanlı gözlerle bakmaya ve karşılıklı şakalaşmaya başladılar. bence işin sonu anlamlı bir ilişki ile bitecek gibiydi. Oussman özellikle hoşlanmış gibiydi Özkök’ten. Ona baktım, o da acaba risk alsam da kafese girsem mi havasındaymış gibi geldi bana. Ama neyse ki bahçede o an ‘Pandalar dışarda’ anonsu oldu ve bizimle birlikte yüzlerce kişi pandalara bakmaya gitti.
***
Pandalar kendilerine gösterilen ilgiyle katiyen alakadar değilerdi. bize bakmıyorlardı bile, arkada bıraktığımız orangutanlar hem Ertuğrul’u elden kaçırdıklarına, hem de yaptıkları bütün şaklabanlığa rağmen rağmen herkesin sadece pandalarla ilgilenmesine kızmış, göğüslerini dövüp bağırıyordu.
bu yaşadıklarımız ikimize de güzel bir hayat dersi olsun. bundan felsefi dersler çıkardık.
***
Şimdi Özkök’ün New York’tan yazdığı yazıdan öğrendiğime göre Çin ile ilişkilerin gerginleşmesi gerekçesiyle pandalar Çin’e geri gönderilmiş. Ertuğrul abi ile bir gün belki Washington’a gidip her şeyin başladığı o eski günleri belki anarız hayalimiz bitiverdi. Bu ikimize de tam bir darbeydi.