Endometriozis hastalığının ne olduğunu ve nasıl oluştuğunu dün anlattım. Ama yeterince vurgu yapmamış olabileceğimden dolayı bunun son derece ağrı veren bir hastalık olduğunu da söylemeliyim. Tıp aleminde ağrı yönetiminin ve ağrıyı kontrol mekanizmalarının çok gelişmemiş olduğu dönemlerde bu yüksek düzeyli ağrının buna yakalanan kadınlarda birçok fiziksel etkisi olabiliyor, ağrı birçok davranış bozukluğuna yol açabiliyordu.
O dönemin doktorları ve devletin ideolojik baskı mekanizmasını elinde tutan otoriteler bazı kadınlarda gördükleri fiziksel tepkiyi yanlış anladıklarından kadınları çeşitli şekilde damgalayıp suçlayabiliyordu.
***
Kadını doğru anlamanın önüne duvar çeken bir önemli isim de şaşırtıcı biçimde Freud’dur.
Şaşırtıcıdır, çünkü Freud bilinçaltımızı çözümleyip cinselliği tam anlama amacıyla da yola çıkmıştı, onun büyük bir yanlış teşhisle kadınları anlaşılmaktan iyice uzaklaştırması bence büyük çelişkidir.
Freud o dönemde tıbben teşhis konması mümkün olmayan fiziksel hastalıklardan kaynaklanan davranışları olan bazı kadınların, elde başka kavram olmadığı için, histerik olduğunu söylemiştir.
Histeri teşhisi daha sonra fiziksel temelli değil ruhsal bir hastalık türü olarak literatüre girdi ve yaygın olarak da kullanılmaya başlandı.
***
‘Recognizing and Treating Endometriosis; The Doctor Will See You Now’ kitabında Dr. Tamer Seçkin’in de anlattığı gibi bugünün uzman bilim insanlarının yaptığı derinlikli çalışmalar sonucunda histerik diye damgalanan kadınların çoğunluğunun aslında Endometriozis hastası olduğu kesin gibiydi.
Bu histerik diye damgalamanın getirdiği kolaylık aslında endometriozis hastası kadınların anlaşılamamasına neden olmuştur ve bu tavır bugünlerde bile hala daha sürdürülmektedir.
Bu işin tıp alemini ilgilendiren bölümü, ama özellikle son tabu olduğunu bir önceki yazımda anlattığım adet kanamasından yola çıkılarak kadınlarla ilgili önyargı oluşturmanın popüler kültürün çeşitli alanlarında nasıl sürdürüldüğünü iki önemli örnek vererek anlatmaya devam etmeden önce Sigmund Freud’un histeri teşhisi oluşturduğu dönemde Avrupa’nın bir önceki dönemde yaşadığı yaygın cadı avlarının kültürel etkisini hala daha taşımakta olduğunu hatırlatmak istiyorum.
***
O dönemde bir takım insanlar tuhaf davranışları ve toplum dışı gibi gözüken hareketleri nedeniyle cadı diye suçlanıp kısa bir dini yargılama sonucunda yakılarak cezalandırılıyordu.
Bu dönem hakkında okurken cadı diye yakalanıp yakılanların neden ille de kadın olması gerektiğini anlamamıştım. Erkeğin neden cadı olamadığını, sonuçta cadı tanımının neden kadının üzerine yapıştırıldığını kavrayamamıştım.
Ama sonunda bunun da birçok durumda temelde endometriozis hastalığına dayandığını gördüm ve içim acıdı. Hastalığa kapılan kadınlar korkunç acılar nedeniyle yerlerde kıvranıp çığlıklar attığından cadı diye damgalanmaları mümkün olmuştu. Yani bazı kadınlar sadece hasta olduğu için bir dönem cadı olarak suçlanıp yakılabilmişti.
Artık cadı suçlamaları, yakılmalar tabii ki yok ama tarihinde bu tür olayların bol olduğu Batı ülkelerinde kadına karşı önyargılar ve adet kanamasının yanlış anlaşılmasından kaynaklanan önyargılı tavırlar hala daha sürdürülebiliyor.
***
Önyargıların ve yanlış anlamaların popüler kültür araçlarıyla nasıl güçlendirilebildiğini anlatmak için şimdi iki önemli filmi incelemek istiyorum.
Kolektif bilinçaltımıza önyargılı yanlış düşüncelerin nasıl yerleştirildiği konusunda bir örnek vermek için William Friedkin’in yönettiği The Exorcist filmini incelememiz gerekiyor.
Filmde içine şeytan girdiği söylenen Regan adlı kız gözümüzün önünde cadılaşmakta, korkunç bir fiziksel görünüm sergilemektedir.
Film boyunca adet kanına birçok atıfta bulunulur. Kızın adet görmekte olduğunu gösteren hiçbir direkt çekim yoktur ama Friedkin’in ustalığı kendini burada gösterir. Filmde kadın vücudundan çıkabilecek her sıvı, idrar, kusmuk, sümük neredeyse yakın çekim gösterilir de bir tek adet kanı yoktur, ama dediğim gibi o hep düşündürülür.
Bir sahnede kızın beyninde bir hastalık olması gerektiğine karar veren doktorlar çok acı verici olması gereken bir prosedür uygular. Boynun altına iğne sokulup omurilikte olduğu varsayılan sıvı çekilmeye çalışılır. İğne batırılınca kan fışkırır ve fışkıran bir damla da kızın altında yattığı beyaz örtünün tam da cinsel organının olduğu bölgesine düşer. Sanki adet kanamasından sızan kan görüntüsüdür.
Bir başka sahnede şeytanın kızı tam ele geçirdiği gece kız elindeki haçı cinsel organına saplama hareketi yapmaktadır. Bölge kanlıdır. Kızın haçı adet kanaması olmakta olan cinsel organına mı sürdüğü, yoksa haçla kendini yaralamaktan dolayı mı kan aktığı yine net değildir, ama şeytana dönüşen kadının adet kanıyla bağlantısı olabileceği söylemi bilinçaltımıza oturtulmuştur artık.
***
Brian de Palma’nın, Stephen King’in aynı adlı romanından uyarlayıp yönettiği Carrie adlı 1976 yapımı filmi de hatırlayın.
Film çok başarılı bir korku filmi olmanın yanı sıra toplumda adet kanamasının nasıl utanılacak bir tabu haline getirildiğinin dokümanteri gibidir de.
Filmi bir de bu gözle seyrettiğimizde bu son tabunun aşılmasının ne kadar zor olduğunu görüyorsunuz.
Filmde Sissy Spacek küçük bir kasabada liseye giden bir genç kızı canlandırıyor.
Carrie White aşırı dindar annesiyle birlikte yaşamaktadır. Carrie’nin annesi adet kanamasını ve bunun üzerinde konuşmayı günah saymaktadır. Bu yüzden Carrie liseye kadar konu hakkında hiç bilgilenmemiş olarak gelmiştir. Filmin çarpıcı sahnesinde Carrie sınıfındaki kızlarla birlikte duş aldığı anda adet kanaması yaşamaya başlar ve annesinin etkisinde olduğundan korkup çığlıklar atar, tüm kızlar da onunla alay eder. Adet kanamasından utanıp bunu konuşmaması empoze edilen tüm kadınların sembolü gibidir o sahnede Carrie.
Eve gidince üstüne üstlük annesi de onu ‘cezalandırma dolabına’ sokup cezalandırır.
***
O cezalandırma dolabı sahnesi bana bazı toplumlarda hala kullanılan adet kanaması kulübesi uygulamasını hatırlattı. Bu kulübeler adet döneminde olan kadının toplumdan izole edilmesi için getirilmiş bir uygulamaydı. Adet dönemi kötü, pis, başkalarının yaklaşmaması gereken bir kötülük olarak algılandığından bu dönemindeki kadın küçük bir kulübeye sokulup dönemi bitinceye kadar oraya kapatılırdı. Amerikan yerli kavimlerinde adet dönemi başlayan kız toplumdan ayırılır, ağaç dallarından yapılmış bu kulübelerde tutulurdu. Böylece ev eşyalarına ve özellikle erkeğin kullandığı bir eşyaya dokunması engellenmiş olurdu.
Carrier yerlileri ergenliğe giren genç kızın tek bakışıyla büyük tehlikeler yaratabileceğine, tek adımıyla yolları ve nehirleri kirletebileceğine inanırdı. Bu yüzden bu genç kızlara tüm vücudu sarıp yerlere kadar uzanan bol, deri giysiler giydirilir, kollarına içindeki kötü ruhtan korunması için bantlar takılır, sonra vahşi tabiatın ortasında dallardan yapılmış bir kulübeye tek başına sokulur, orada uzunca süre tutulurdu. Canlı canlı gömme denen bu uygulamada genç kız o karanlık kulübede tek başına olurdu.
Benzer bir uygulamanın 2017 yılında Nepal’de bir genç kıza uygulandığını ve sonuçta kızın öldüğünü o günlerde New York Times’ın yazdığını dün anlattım.
***
Carrie başına mezuniyet gecesinde arkadaşları tarafından bir kova kan dökülmesi sonucunda kendinde bulunan eşyaları uzaktan harekete geçirme gücünü kullanarak annesinden ve arkadaşlarından öcünü alır. Ama sonuç olarak kadının adet kanamasının kadına kötülük yapma gücü verdiği söylemi beynimize bu sahnelerle oturtulmuştur.
Adet kanamasının böyle atıflarla, bağlantılarla önyargıların oluşturulması için kullanıldığı daha birçok film bulmak mümkün, edebiyatta da bu tür örnekler var, ancak ben sadece iki önemli filmi inceleyerek sorunun derinliğine biraz dikkat çekebildim sanıyorum.
Özetle birçok toplumun son tabu olarak görüp üzerinde tam ve açık konuşamadığı adet kanamasının doğru anlaşılması hem kadınların fiziksel sağlığı için gerekiyor, hem de her toplumun sağlıklı olabilmesi için de kaçınılmaz.
(ciddiyet iznimin son günü de bitti yarın yine ’normale’ dönüyorum)