Cazın gelişimini ve Schoenberg gibi devrimcileri düşündüğünüzde Joyce’un iç monolog veya bilinçakışı denen yazı tekniğini bilmemiz işimizi daha kolaylaştıracaktır.
İlk romanlarında da su içer gibi kolay okunabilecek bir stili olduğu söylenemez ama zaman ilerledikçe Joyce’un üslubu gittikçe daha zor okunabilir, anlaşılamaz olmaya başladı. “Ulysses” oldukça zor bir kitaptı, ama en azından sabır gösterildiğinde okunabilecek durumdaydı. Ama zaman geçip “Finnegan’s Wake”i yayınladığında James Joyce sonunda amaçladığını yapmış ve anlaşılmaz olmanın paralel evrenine geçmişti. Bir önceki cümlede “sonunda amaçladığını” dedim, çünkü James Joyce’un baştan itibaren anlaşılır olmaktan tamamen çıkmak gibi bir amacı olduğu yolunda şüpheler var. Yazarın bu konuda etrafına söyledikleri biliniyor.
Anlaşılmaz olmak gibi bir amacı olmasa bile ustası olduğu yazı stili anlaşılmayı gerçekten zor kılan bir stildi.
İç monolog veya bilinçakışı denebilecek edebi stil, yazara ele aldığı kişinin o andaki iç düşüncelerini, kendisiyle iç monoloğunu okuyucuya aktarma imkânı sunan ve döneminde edebiyatta modernin bir göstergesi olan stildi. Kişinin o andaki iç düşünceleri ve iç monoloğu caz sanatçısının doğaçlama çalmaya geçtiği andaki ruh haline benzer.
Tabii insanlar kendi kendine düşünürken imla ve mantık kurallarına dikkat etmek zorunda olmadıklarından iç monolog stilinde yazan yazar da romanında kendisini imla kurallarına, cümlelerin iç düzenine, mantık kurallarına dikkat etmek zorunda hissetmiyordu. Böylece bu stil doğrultusunda Joyce anlaşılması olanaksız sayfalarca cümle yazma imkânı buluyordu. Ulysses’i Finnegan’s Wake’e göre daha anlaşılır kılan özellik muhtemelen çoğunlukla gündüz vakitlerinde geçmesiydi. Gündüz saatlerinde insanların iç monologlarının daha mantıklı olması gerektiğinden Ulysses biraz olsun anlaşılabilirdi. Finnegan’s Wake ise gecelerin romanıydı. İnsanların rüyalarında kurabileceği türde iç monologlar aktarıldığından ve rüyalarda tüm mantık kuralları altüst olabildiğinden Finnegan’s Wake’teki iç monologların anlaşılabilmesi hemen hemen imkânsız hale gelmişti. Joyce bu romanında neredeyse yeni bir dil icat etmişti. Buna rüyaların özel dili de diyebilirsiniz.
Şimdi baştan hemen söyleyeyim; Joyce elbette büyük hatta dahi bir yazardı. Sonuçta bizlere hâlâ tartışabildiğimiz eserler bıraktı. Ama dehası büyük olan her insanda olabileceği gibi Joyce da normalin sınırlarını zorluyordu. Kimseye deli diyecek değilim. Bu hem benim uzmanlık alanım değil hem de yaratıcı bir yazara hemen deli demek ilke olarak bana pek doğru gelmiyor. Hayatı boyunca tımarhaneye kapatılmış olsaydı bile ben James Joyce gibi büyük bir yazara deliydi diyebilmeyi kendime yediremem. Bütün bunlara rağmen ortada yine de bir sorun olduğunu söylemeliyim.
William Butler Yeats özellikle otobüsle evine giderken arada bir yaratma translarına girerdi. Gözünü hiç kırpmadan bir noktaya diker ve eliyle de tempo tutardı. Görenleri hayli korkutacak bir görüntüydü bu. Yeats’in kızı babasının bu yaratma translarını bildiğinden onu bir gün otobüste bu halde görünce eve varıncaya kadar hiçbir şey söylemedi. Ancak evin önüne vardıklarında Yeats kızına dönüp onu tanımayarak “Buyurun, siz kimi görmeye gelmiştiniz” diye sormuştu.
Joyce’un durumu hiçbir zaman böyle olmamıştı. Fakat o da akıl sağlığı problemleri hayli fazla olan bir aile ortamındaydı. Annesi kendisini yıpratan hayaller görerek ölmüştü. Joyce’un kızı şizofrendi ve sık hastaneye kaldırılıyordu. Oğlu ise manik depresif bir kadınla evliydi.
Aile ortamının böyle olması Joyce’un da bir problemi olduğunu göstermez tabii ki. Ancak Joyce’un kızını tedavi etmeye çalışan Carl Jung, Finnegans Wake’i okumaya çalıştıktan sonra çevresine “Bu kitaptaki yazı stili bir şizofrenin yazı stiline benziyor” da demiştir (Joyce’un kızının hayatını Stanford Üniversitesi hocalarından Carol Loeb Shloss “Lucia Joyce: To Dance in the Wake” adlı kitabında yazmıştır).
Yakın çevresine Joyce’un şizofren olabileceğini ima eden Jung’un James Joyce’a yazmış olduğu mektup da överken eleştirme konusunda tarihe geçmiş bir mektuptur. Carl Jung bu mektubunda Joyce’a bu kitapla yazar olarak büyük bir iş başarmış olduğunu ve sadece tek bir kitapla onu okumaya çalışan kendisi gibi insanların sinirlerini tahrip etmeyi başardığını söylemişti. Jung ayrıca Ulysses yayınlandıktan sonra onun bir eleştiri denemesini “Europäische Revue” adlı Alman dergisinin Eylül 1932 tarihinde yayınladı.
Yazıda Ulysses’i okumanın kendisini nasıl rahatsız ettiğini söyleyen Jung yine de Joyce’u yazarlık başarısı nedeniyle övmüştü. İsterseniz bu konuları Robert Demming’in “James Joyce: The Critical Heritage” adlı çalışmasında daha detaylı okuyabilirsiniz
Dehası ve psikiyatriye katkısı açısından adı Freud ile sıkça bir arada anıldığı için Jung’un Joyce hakkındaki düşüncelerini dikkate almak gerekir diye düşünüyorum.
Freud edebi değeri yüksek metinler yazma kabiliyetinden dolayı Jung’dan çok daha fazla okunup tanınmış olsa dahi Jung özellikle toplumların “kolektif bilinçaltını” anlamamız açısından büyük çalışmalar yapmıştır. Freud’un aksine Jung bireyin bilinçaltına konsantre olmamış, bunun yerine insanların tarihten gelen toplumdaki inanışlar, düşünceler ve tavırlardan etkilenip ona göre şekillendiklerini söylemiş ve bu etkileniş sürecini anlamak için kolektif bilinçaltı kavramını işlemiştir. Bu yüzden Jung vaktinin büyük bölümünü insanın deneyimini oluşturan mitolojileri, ilkel inanışları, simya ve okült gibi konuları ve tabii ki rüyaları incelemeye ayırmıştı.
Jung akıl hastalığının bireyin psikolojisinin toplumun bilinçaltıyla uyumsuz olduğu anda ortaya çıktığını düşünüyordu. Bu yüzden Jung’a özgü terapi de bireyin psikolojisini toplumun bilinçaltıyla uyumlu hale getirme çabasıdır. Joyce hakkında ne düşünürsek düşünelim onun birey olarak psikolojisinin içinde bulunduğu toplumun kolektif bilinçaltı ile uyumlu olmadığını söylemekte herhalde bir sakınca olmamalı.
Ben elimde bilimsel kanıt olmamasına rağmen Finnegan’s Wake’in yazılabilmiş olmasının bile Joyce’da var olduğuna inandığım ruh sağlığı problemleriyle ilgili olduğunu düşünüyorum.
Bunun destekleyecek bir gelişme de Harvard Üniversitesi’nde tarih ve edebiyat konusunda dersler veren Kevin Birmingham’ın “Joyce’s Ulysses, The Most Dangerous Book” adını verdiği çalışmasında Joyce’un hayatı boyunca frengiden çok çekmiş olduğu tezini ortaya atmasıdır. Bu çalışmada Joyce’un gözlerinin neredeyse kör sayılacak düzeyde az görmesinin frengiye bağlı olduğu söylenmektedir. Ayrıca ağır frenginin bazı ruhsal sorunlara yol açma ihtimali yüksek olduğundan bence Joyce’da bu olasılık da var.
Son olarak iç monologların, bilinçakışlarının her insanda ilginç olabileceğini kabul etmekle birlikte ruh sağlığı pek iyi olmayan bir insanın iç monoloğunun, bilinçakışının çok daha ilginç olacağını söylemek mümkün. Joyce’un yazdığı iç monologların ilginç olmakla birlikte anlaşılmaz olmalarının buna bağlı olabileceğini söyleyerek konuyu şimdilik bitirmek istiyorum.
Düşünce sistemleri tarihinde frengi hastalığının çok önemi bir yeri vardır. Bu çalışma yaratıcı düşünce süreçleriyle ilgilendiğinden bu hastalığın yaratıcılık ile bir ilgisi olup olamayacağını daima kafamızın bir yerinde tutmamız gerekiyor.
Belki benim cazı anlama ve yöntemini kavrama yolunda bir iddiam, bir tutkum olduğunu herhalde artık biliyorsunuzdur. Bence özgür düşünce ve ifade özgürlüğünün en saf hali kafasındaki temelden yola çıkarak yeni ifade biçimleri ve yeni sesler sunmaya hazırlanan serbest caz sanatçısında görülebilir. Bu yüzden yani özgürlüklerin ve hür iradenin alanı olduğundan caz benim için çok önemli.
