‘Kütüphanemdeki Sesler’ daha önce basılmış kitaplarım olduğu halde ilk özgün çalışmam kabul ettiğim kitaptır. Şu anda elinizde olmasını umduğum kitabın adı ise ikinci çalışmam olarak düşündüğüm ‘Kütüphanemdeki İsyan’. 

Kitapların adından da mutlaka anlamışsınızdır ‘kütüphane’ kavramı benim hayatımda çok önemli yer tutuyor.

Öyle kitap sayısıyla filan övüneceğim bir büyük kütüphanem yok benim. Ama kitaplarımın özenle seçilmiş kalitede olduğundan eminim. Anlayacağınız kütüphane söz konusu olunca niceliğe değil niteliğe oynuyorum.

Kitap yazma arzusu içimde doğduğunda yazının olası patikasını bulmak için iki Siyam kedimle birlikte bir süre hep kütüphaneme kapanırım. Başlıklarını göreceğim uzaklıktan kitaplarıma bakmak benim için hem bir terapi ve hem de yazmaya başlamadan önceki o hayati planlama anıdır.

Kedilerin varlığı da zaten sakin olan ortamı daha da sakinleştirerek düşünmemi kolaylaştırır.

Gözüme kestirdiğim kitapların içini karıştırdığımda daha önce altını çizmiş ve yanına NB (nota bene) koymuş olduğum satırlara takılırım hep.

yeni konum çağdaş sanat olacaktır ama konunun nasıl ele alınacağı ve nasıl yürüneceği hep bu ilk kütüphane anlarında ortaya çıkar.

Daima elimin altında olmasını isteyeceğim kitapları kütüphanedeki yerlerinden alıp çalışma masama taşımadan önce hep sorunsuz yaşamış olduğum bu süreçte bu defa baştan bir sorun olduğunu keşfettim.

Seçmiş olduğum çağdaş sanat konusunda daha önce söylenmemiş hiçbir şey kalmamış olabilirdi belki. Seçtiğim kitapların çokluğuna ve kalitesine bakınca önce öyle düşündüm.

Benim ne katkımın olabileceği o an belirsizdi.

Bu ilk tespiti yaptıktan sonra kitapları biraz karıştırınca anladım ki konu hakkında yazan yazarların çoğu bunu okurlarla ilgili bir varsayımla yazmış. 

Bu varsayım da okurun sanatın teknik konuları hakkında yeterli ve meseleyi tam kavramak için de gereken kapsamda felsefi altyapıya sahip olduğu.

Bu varsayımla olsa gerek, kitapların çoğunluğunda oldukça ağır bir dil ve zor anlaşılan cümleler olduğunu gördüm.

Konu hakkında yeni bir kitap için gereken motivasyonu işte bu verdi bana. Zor konuları anlaşılır anlatmaya girişecektim.

Hakkında yazmaya karar vermiş olmakla birlikte konu bana da çok yeniydi. Anlayacağınız bir yandan öğrenirken bir yandan da yeni öğrendiklerimi size anlatacaktım.

Uzmanlığım olmadığından bu bir dezavantaj olarak görülebilir tabii ki, ama yazar açısından risklerine rağmen, bence yeni öğrenilen ve yeni öğrenmenin heyecanıyla yazılan bir kitap okur açısından daha kolay anlaşılır ve çok daha sıcak duygularla dolu olabilirdi.

Bir de tabii konuyu ben de yeni öğrendiğimden, öğrenmek için okuduğum kitaplardaki zorlu dilden ve kavram zorluğundan  çektiklerimi okura çektirmeme ilke kararı da almıştım kütüphanemden çıkmadan önce.

Sonra yine o saatlerde, benim ‘iyi yaşam nasıl olmalı’ sorusuna cevabım olan ‘elimde kitap tek başına sessizlik içindeki okuma’ mutluluğuna benim gibi kapılmış insanlara dair 18’inci yüzyıl sonu ve 19’uncu yüzyıl başında çizilmiş birçok resim olduğunu da düşündüm. Beni çok etkileyen bu resimlerden Chardin’in  Le Philosophe Lisant ve Courbet’in Baudelaire’i kitap okurken gösteren resimlerini söyleyebilirim.

bu resimlerde kitap okumakta olan insanın derinliğini, okuduğuna konsantre olmanın ve sessizliğin güzelliğini hep görür ve kendime de hep böyle bir hayat hayal ederim. Benim için iyi hayat işte o resimlerde gösterilen hayattır.

Eleştirmen George Steiner ’No passion Spent: Essays’ adlı makale derlemesinin ‘The Uncommon Reader’ başlıklı açılış denemesinde çağdaş kültürde okumanın öneminin azalmasının internet döneminden de önce başlamış olduğunu söyler. Sebep olarak da dünyamızda müziğin öneminin artmasını, sessizliğin yok olmasını ve insanın akılda tutma yeteneğinin ortadan kalkmasını gösterir. bu bir tespit olarak doğru da olabilir.

ama ben buna direnmek amacındayım. Bu kitabı da aslında benimle kitaplar için direnişe girecek okurlar için yazdım. yazma eylemi de bir direniş bana göre.

Çağdaş sanat kendi başına dahi zor ve karmaşık bir konu. Ama onu daha da zor yapan Jacques Derrida, Michel Foucault, Roland Barthes, Ranciere ve Deleuze gibi zor filozofları anlamayı ve anlatmayı da baştan zorunlu kılması.

Bunlardan Ranciere’i anlamaya çalışma sürecinde bir konuyu yeni öğrenirken aynı zamanda üzerine yazmaktan ibaret olan yazarlığıma yeni bir anlam verecek bilgiye de ulaştım onun bir çalışmasından.

Bu Ranciere’in ‘Cahil Hoca’ kitabıydı. ondan bir konunun öğrenirken de anlatılabileceğini, hatta bu tür anlatmanın daha verimli olabileceğini öğrendim.

bu çalışmayı keşfettikten sonra kitaba başlamak üzerine korkum tamamen geçti ve öğrenirken öğretmeye yönelik çalışmaya başlama kararı aldım. Hatta kendime ‘Cahil yazar’ bile demeye başladım Ranciere’den esinlenerek.

Her ne kadar Ranciere’den öğrendiysem de çalışmadaki bir amacım da Ranciere’in yazdığı türde zor cümleler olmayan bir kitap ortaya çıkartmak ve her şeyin özüne indirilip konuları olabildiğince basit anlatmak olacaktı.

ana ilke kararları alınmıştı artık. kedileri biraz daha sevip öptükten sonra çalışmakta kullanmak için seçtiğim kitaplarımı iki büyük poşete doldurup yazı masama geçtim. kediler kütüphanede kalıp biraz dinlenmeyi tercih etti.

Yazar David Foster Wallace kurmaca türü dışına taşan kendi yazı çalışmalarını yapacak daha iyi işleri olan başkaları adına bir meseleyi araştırması için makul zekaya sahip birine hizmet sektöründe zaman vermeye benzetir.

Umarım ben de bana verilen zamanda makul bir iş çıkarmayı başarmışımdır. umarım ‘Kütüphanemdeki İsyan’ı okumaya zaman bulursunuz.