Gerçi Disneyplus Netflix gibi olmadığından, Ertuğrul Özkök nedense yeni ve ilginç olanı adeta bizlerden saklamak istermişçesine sayfa hazırladığından ‘Vogue the 90’s’ dokümanter-dizisini kendim keşfetmemden önce bana mesajla haber verdi. 

***

Ona da aynı mesajı attığına emin olduğum halde Oray Eğin’e de yolladım mesajını. Nitekim haklı çıktım, daha önce ona da yollamış aynı mesajı.

üçümüzün bünyesinde Vogue, Vanity Fair, the New Yorker, GQ, Wired, Bon Appetit’i de bulunduran Conde Nast ile uzun yıllardır bir gönül bağı kurduğumuzu ve entelektüel beslenmemizin bir bölümünü bu şirketin yayınlarından aldığımızı söyleyebilirim.

üçümüz de modern olmanın anlamı üzerine düşündüğümüzden ve modern olmanın hayatın modadan işyerine, gazetecilikten akademiye ve sanat dallarına her alanda nasıl tanımlanması gerektiği üzerine düşünmeye, çalışmakta olduğumuzdan Conde Nast’ın yayınları oldukça uzun yıllardır bizlere iyi bilgi kaynağı oluşturdu.

***

Disneyplus’taki dizinin hem tanıtımında, hem başlangıcında Vogue dergisinin ve daha sonra tüm Conde Nast yayınlarının içerik sorumlusu Anna Wintour da bulunduğundan sanırım bu diziye ilgimiz baştan heyecanla oldu. 

***

Gerçi dizi Anna Wintour ile başlasa da genelde devamlı onunla ilgili değildi. Anna Wintour modada neyin moda olduğunu tanımlayan, bunu belirleyen dergi Vogue’un yayın yönetmeni olduğundan 90’lı yıllarda modanın değişiminin anlatıldığı bir dizide onun arada bir konulara, olaylara  nasıl müdahil olduğunun gösterilmesi doğruydu tabii  ki.

***

şimdi arkadaşlarım belki buna şaşıracak ama beni yıllardır Anna Wintour konusunda rahatsız eden bir nokta var. onun kendi halkla ilişkisi üzerine çok düşünülmüş bir imajı kontrol ve yönlendirme amacının ön planda olduğunu düşündüm yıllardır.

***

açıkçası özellikle Oray ile konuştuğumuzda hiç açık etmesem de Anna Wintour’dan fazla hoşlanmamaya da başlamıştım. Oray da Ertuğrul abi ve benim gibi iyi yaşamayı sevdiğinden Anna Wintour’un şirketin büyük bütçesini bile zorlayarak yaşam stilini abartılı sürdürmesi hepimizin ama bence Oray’ın özellikle hoşuna gidiyordu.

***

Anna Wintour’a ruhumda bir tepki oluşmuştu ama açıkçası ben de bir taraftan onun yaşam stiline yönelik tavrını hem kıskanıyor hem de seviyordum da.

***

ona neden tepkim olduğunu dizinin başlarında tam anlamaya başladım galiba.

malum Anna Wintour güneş gözlüklerini ne iç ortamlarda ne de dışarıda hiç çıkarmaz.

dizinin başlarında onun gözlerinin hayli güzel olduğunu gördükten sonra bunları saklayarak yaşamasının sadece bir aykırı imaj yaratma çabasından ibaret olduğunu yeniden anladım.

***

bence onun efsanevi olarak  anlatılan yayın yönetmenliğinin temelinde de bu kendi aykırı imajını yaratmaktan edinmiş olduğu halkla ilişkiler pratiğinin, tecrübesinin  etkisi vardı.

Anna Wintour’un dizideki kendi anlatımıyla İngiltere’den gelip Amerikan Vogue dergisinin başına geçtikten sonra ilk büyük başarısı, kendine aykırı imaj bulması gibi, derginin birinci sayfasına da aykırı imaj bulabilmesiyla bağlantılıydı. 

o dönem dünyada Madonna fırtınası esiyordu ve Vogue dergisi kapağına alışıldığı gibi bir model fotoğrafı koymak yerine Madonna’yı koyunca aykırılık tutturulmuş oldu ve herkes Vogue’u daha da fazla konuşmaya başladı.

***

gerçi moda alanında yayın yapınca, bir de amerika gibi hemen her gün yeniyi, aykırı olanı arayan ve bulanı da çoğunlukla ödüllendiren bir ülkede olunca, Vogue dergisinin de asıl yayın amacı aykırı ve değişik olanı bulmak olarak tanımlanınca o derginin yönetmeni olmak o kadar da zor bir şey değildi aslında.

***

moda alemi yoğun eşcinsel yaratıcı beyinleri ve aykırı olmaktan çekinmeyen nüfusu ve kendi düşünceleri dışında hayatın her alanına aşağılayıcı bir züppe tavırla bakan insanlarıyla aykırı olanın bulunması hiç de zor olmayan  bir ortamdı.

Bu aykırılık bazen daima takım elbiseyle gezen Karl Lagerfeld’in aniden süslü yelpazesini cebinden çıkarıp topluma ‘fuck you’ der gibi  sallamasıyla, bazen Yves Saint Laurent’in abartılı erkek partner arayışını herkesin gözüne sokarak yaşamasıyla veya john Galliano’nun sanki sevgilisiz kalmış bir Queen  gibi davranışıyla ve havalar atmasıyla sağlanıyordu. Ve bunları kullanarak  dergide yaratıcı olmak için Anna Wintour’a yardımı olacak onlarca  yaratıcı ve uçuk olabilen aykırı fikirli yardımcı vardı.

***

anlayacağınız Anna Wintour efsanesi olabilmek öyle filmlerde (Devil Wears Prada) anlatıldığı gibi çok da zor bir şey değildi. Yapılacak şey editörün kendini de aykırı bir şahsiyet olarak, gözlüğüyle, aşırı harcamalarıyla tanımlayıp etrafından da aykırı olmalarını talep etmekti o kadar. bu zamanında Ertuğrul Özkök’ün benden yazı olarak talep ettiği, benim de Oray’dan istediğimdi aslında.

***

zaten Conde Nast’ a başlarda iki kardeşin sahip olduğunu düşünürsek, bu kardeşlerden birinin gazeteciliğin en eski olanını, en klasik olanını yaptığını, yani tek gazetelik şehirlerde tekel  olarak kazandığı paraları diğer kardeşinin Vogue veya Vanity Fair gibi dergilerle fantezi yaşaması  için aktardığını ve Anna Wintour’un da bu paradan  imajını oluşturacak  harcamalarını yaptığını hatırlarsak benim Wintour’a eleştirimi de anlayışla karşılar belki arkadaşlarım.

***

Aykırı bir şeyler yapmaya kendi doğal çevresi yetmemeye başlayınca Wintour aykırılıkta sınırı olmayan Hollywood kaynağına el attı. Vogue’un seksiliği bu defa da kolaya kaçıp yıldızlarla tanımlayacağının ilk işareti Elizabeth Hurley’in giydiği Versace kıyafetiydi.

***

neyse diyeceğim o ki bir zamanlar kafamda büyüttüğüm kişilerle hesaplaşmama bu dokümanter neden oldu. 

arkadaşlarımın burada ifade ettiğim fikirlerimin çoğuna katılmayacağını biliyorum, ama ben yine de bizler için bundan sonrasına bir yol haritası çıkararak yazıma son vereceğim. Ertuğrul abi her zaman olduğu gibi yeni olanın, modernin, ‘in’ olmaya başlayanın peşinde olacağından Vogue, Vanity Fair ve belki de Conde Nast traveller okumayı sürdürecek. Oray ise bunların yanına bir de GQ ve Bon Appetit ekleyebilir. 

Benim ise bundan sonra sadece the New Yorker ile kalmam daha uygun olacak gibi.