Aslında New York sanat ortamı yüzyılın başından itibaren Clement Greenberg gibi bir düşünürün teorik müdahalesini hazır bekler durumdaydı. 1913’te düzenlenen ve Armory Show olarak bilinen sanat fuarında New York ve Amerika, avangard avrupa sanatıyla tanıştı. Armory’de önde gelen izlenimci, kübist, gerçeküstücü avangard sanatçıların eserleri sergilendi. Ünlü eleştirmen Rosenberg  Nisan 1963’te New Yorker dergisinde yazdığı yazıda Armory sergisini gezen seyircinin tümünün büyük bir yeniliğe hazır olduğunu belirtmişti.

Eserlerinden sonra önde gelen sanatçılar da Hitler’in Avrupa’sından kaçarak New York’a geldi 1940’ta. gelenler arasında Salvador Dali, Marcel Duchamp, Chagall, Mondrian, Max Ernst de vardı.

Bu arada özellikle Armory Show’dan etkilenmiş ve daha önce Avrupadaki ortamı da tanımış olan büyük zenginlerin eşleri ve kızları  olağanüstü servetleriyle New York’ta devreye de girdi.

Örneğin Bayan Rockefeller ‘sanatçıları sefalet çekmiş olan van Gogh’un kaderinden kurtarmak’ olarak açıkladığı amacı doğrultusunda tam da büyük ekonomik krizin başladığı 1929’da Museum of Modern Art’ı (MOMA) kurdurdu.

Savaşın tahribatından birçok sanat eserini New York’a kaçırarak koruyan Peggy Guggenheim 1942’de ‘Art of this Century’ adlı müze galerisini açarak Paris bağlantılı avangardın New York’ta nefes almasını sağladı.

Peggy Guggenheim’a serveti batan Titanik’teki yolculardan biri olan babasından ona çocuk yaşında miras kalmıştı. Genç kadın sanata olduğu kadar erkeklere de düşkündü. Bugüne kadar başından kaç koca geçtiği  sorulduğunda ‘kendi kocalarımı mı soruyorsunuz yoksa başkalarınınkini mi’ diye cevaplardı. Daha sonra Max Ernst ile evlenen bu egzantrik kadın 1941’de Avrupa’dan getirdiği aralarında Braque, Mondrian ve Dali’den işler de bulunan koleksiyonu New York’ta 57. sokakta güncel sanatta uzmanlaşan Art of this Century adlı sanat galerisinde sergiledi (‘Pardon Neye bakmıştınız. Modern sanatın 150 yıllık şaşırtıcı, sarsıcı ve kimi zaman da tuhaf hikayesi’ yazar. Will Gompertz s. 226-227).

Peggy Guggenheim sanat galerisini kurarken Marcel Duchamp ve Piet Mondrian’dan ve 1929’da kurulan MoMAnın müdürü Alfred Barr’dan oluşan bir danışma kurulu oluşturmuştu.

Art of the Century açılmadan önce galerinin her yerinde asılmayı bekleyen tablolar yerlerdeydi. Peggy Guggenheim bir gün galeriyi gezerken Mondrian’ı yere çömelmiş halde bir tabloyu dikkatle izlemekte olduğunu gördü ve merakla yanına gitti. Mondrian’ın incelemekte olduğu resme bakınca onu kötüler biçimde konuştu. Peggy’e göre bu resim galeride sergilemeye uygun değildi.

Ama Mondrian kadına dönüp ‘Bu resme ve ressamına dikkat et’ diye konuşunca bir anlamda New York’ta sanatın tarihinin yazılmasına da başlanmış oldu. Çünkü o yerdeki tablo o güne kadar ismi duyulmamış olan Jackson Pollock’un yaptığı bir resimdi.

Peggy ayda 150 dolara Pollock’u sözleşmeye bağladı. Daha sonra malikanesinin bir duvarına Frida Kahlo’nun kocası olan Diego Rivera’nın murallerine benzeyen bir büyük resim yaptırmaya karar verince Jason Pollock işe koyuldu.

Ama altı ay boyunca tek bir fırça bile süremeyince sonunda Pegy Guggenheim ‘Şu işi yapacaksan yap yoksa başkasına yaptırırım’ deyince bir gecede tamamen doğaçlama çalışarak (biliyorsunuz buna dönemde aksiyon resmi deniyordu) büyük resmi bitirdi. Clement Greenberg daha sonra bir gece Peggy Guggenheim’ın evinde davetliyken Pollock’un resmini gördü ve sanatçıyı koruma altına alma kararını o an verdiği söylenir. bir süre sonra da Pollock’u Amerikanın o güne dek çıkardığı en büyük ressam olarak ilan etti.

Yani anlayacağınız new york sanat heyecanına bir çerçeve çizip yön verecek teorisyenini de sonunda bulmuştu.

Ortam Greenberg gibi güçlü bir yazar ve polemikçi için çok uygundu.

Greenberg ayrıca New York’ta o dönemde yükselişte olan Amerikan solu içinde de etkin bir düşünürdü. Eleştiri yazılarını Nation dergisinde yazıyordu.

Soyutlamada daha ileri aşamaya geçmiş ve sanatının konusu kendi sanatı olan ve hep bu sanatta saflık peşindeki sanatçıları arayan Greenberg’e Pollock’un neden çekici gelmiş olabileceğini onun tek bir resmine bile bakarak anlayabilirsiniz. Aslında estetik üzerine de çalışmaları bulunan polonyalı filozof Roman İngarden ‘soyut sanat ilk planda gerçekliğin deformasyonunu ifade eder. Ancak kalıcı özlere ulaşmak isteyen soyut sanatın bir sınır ötesinde resim olarak adlandırılmayan başka bir resim türünün ortaya çıkması tehlikesinden’ de bahsetmişti, Pollock’un resimlerinde de bu tehlikenin ne olduğunu görebilirsiniz.

Pollock atölyesinde yere serdiği tuvalin üstüne boya damlatarak transa geçmiş gibi çizerdi. arada tuvalin üstünde yürürdü de. aksiyon resmin tanımı da buydu işte.

Damlattığı çizgiler hiçbir bilinen somut nesneyi temsil etmiyordu tabii ki.

Pollock o anki ruh halini dışa vuran çizimlerden oluşan tablolar üretiyordu. Daha sonra tabloyu gören izleyici onda ne görmek isterse onu görebilirdi, tek bir anlam yoktu, her görenin yorumuna göre değişebilen biçimsel  anlamlar vardı. bu ve benzer çalışmalar soyut dışavurumculuk adı altında toplandı ve amerika bunu kendi moderninin özgün yorumu olarak sahiplendi

Greenberg solcu olmasına rağmen halkın zevkine hiç güvenmez ve halkın sevdiklerini genelde kitsch olarak görürdü. Onun için soyut dışavurumculuk saflığını bulmaya çalışan sanatın asalet seviyesiydi. Anlayacağınız Manet’den sonra Greenberg de zamanının Kant’ı  gibi olmuştu.

Kendine Paris’in elinden aldığı sanatın başkenti ünvanını veren New York sonunda böylece kendi modern sanatını ve teorisyenini bulmuştu.

Başta Greenberg olmak üzere Michel Fried ve Meyer Schapiro (Bu üçüne baba figürleri üçlemesi denirdi) gibi etkili eleştirmenler soyut dışavurumcu ekol dışındaki başka eserlere hoşgörüyle bakmadıklarından New York’ta çok canlı bir piyasa oluşmuş olmasına rağmen birçok sanatçı hakim olan ekol dışına çıkıp farklı iş de yapamıyordu. Bunun 1960’larda pop art tepkisine yol açtığını da bir kenara yazıp unutmayalım.