Çok uzun yıllar boyunca hatta modern dönemin sonuna kadar (1960’lar ortası) sanatın resim ve heykelle ifade edilmesinden sonra her şeyin sanat ve John Beuys’un tanımına göre herkesin sanatçı sayılabildiği bir döneme girilmesi nedeniyle sanatın ne olduğu tartışmasına da girmek gerekiyor.
Mimesis döneminde (yani modernizm öncesinde, 1870 öncesi) gerçekliği kopya edilmiş gibi iyi temsil eden sanatçı iyi sanatçı kabul ediliyordu.
Modern devrimi Paris’te başlayınca mimesis reddedildi. Sanatçının gerçeğe istediği gibi biçim vermesi dönemi başladı. Bu devrim New York’a gelince önü açılan soyut resmin yolundan çok fazla yürünmüş (uç noktaya gidilmiş), soyut dışavurumculuk ile gerçeği çağrıştıran her formdan bağımsız hale gelmişti.
Modern sanat içerikten fazla biçime vurgu yapıyordu ve bu aslında ortamın (Medium) gelişmesi ve soyutlamaya indirgenmesi anlamına geliyordu. En iyi modernist sanatçının estetiğe etik ve toplumsal anlamdan ve politik mesajdan çok biçimde değer verdiği kabul edilmişti. Dolayısıyla modernist sanat izleyici için gündelik yaşamın deneylerinden ve toplumsal sorunlardan bağımsız bir deney üretmişti.
İyi modern sanatçı ortama (medium) özgü biçimsel özelliklerden yararlanan yani tuvalin sınırlı alanını ya da heykelde çalışılan malzemenin getirdiği sınırları, yani resimde iki boyutlu yüzeyi en iyi kullanan, heykelde ise biçimlerin uzamdaki dizilim ve eklemlenmesini en iyi ayarlayan olarak tanımlanıyordu.
***
Modernist sanat bu tanımlarla, eleştirmen Clement Greenberg’in de katkılarıyla gittikçe daha çok seçkinci, ayrımcı olmuştu.
Sonunda Hal Foster’in kitabında anlatıldığı ‘gerçeğin geri dönüşü’ yaşandı ve sanatta soyutlamadan diğer uç noktaya giden pop art dönemi başladı. Benim ara, geçiş dönemi olarak gördüğüm pop art döneminden sonra başlayan postmodern dönemde sanatçının biçimden çok içeriğe önem vermesi daha önemli bulunmaya başlandı. Yeni dönemin sanatçısı çağının sorunlarına el atarken kendini sadece resim veya heykelle ifade etmek zorunda da hissetmiyordu. Postmodern durum sanatçının geçmişi hiç reddetmeden geçmişin farklı sanatlarını birleştirerek sanat yapmasını da uygun gördüğünden yeni dönemde alışılmışın dışında yeni sanat türleri örneğin yerleştirme, performans, kavramsal sanat, başka insanların sanatını aynen şahsileştirip yeniden üretmek ve çeşitli maddelerle yapılan kolaj günün ideolojik, ırksal ve cinsiyet sorunlarını ifade etmenin yeni yolları olmaya başladı, Derrida’nın teorik yaklaşımı da bu yeni dönemin sanat anlayışıyla tamamen uyumluydu.
Yapı söküm (deconstruction) açısından bakıldığında ‘sanat’ sözcüğünün bile sabit bir anlamı yoktur; Derridacı bakışa göre sanat sözcüğünün varlığı bile ‘sanat olmayan’ ile karşıtlık oluşturur ve diğer ikiliklerde (duality) olduğu gibi bu da anlamı sınırlandırır, hatta bastırır.
Örneğin kadın erkek karşıtlığına dayanan ikilik bunu reddeden anlayış gelinceye kadar eşcinsellik meselelerinin ele alınmasını engellemişti. Siyah beyaz karşıtlığına dayanan duality de ırk sorunlarının ele alınmasını uzun süre engelledi.
Neyin sanat olarak değerlendirileceği de sınırların kalmadığı ve çok daha demokratik tanımlara geçildiği yeni dönemde sanatçılar açısından eşcinsel hakları, ırk sorunları, feminizm gibi sorunlar belirleyici olmuştu artık, yani modernizmin biçimciliğine tepki tam patlamıştı.
Bu nedenle yeni dönemde her şeyin ve her kavramın sanatçı tarafından özgürce, arzu ettiği gibi sorgulanmasına başlandığı görüldü.
Demokrasi açısından bugüne kadar hakları savunulmamış insanlar artık yeni sanat içeriği olarak çok önemli ve anlamlıydı. içinde yaşadığımız dönem de budur.