Bir kaç gün önce ‘Kandinsky’nin renkleri ve sesleri’ başlığı altında görsel sanatlar  ile müziğin bağlantısını irdelemeye çalışmıştım. Eh bu defa da sesin bir parçası olan sessizliği de düşünmek kaçınılmaz oldu

***

Sanatını müzikle bağlantılı düşünen özellikle soyuta vurgu yapan sanatçının kendi iç gerçekliğine, içe yönelik hissel sezgisine dayanması  sessizliğin de ayrı bir ses olarak düşünülmesini gerektiriyor.

***

Miles Davis doğaçlama sololarında sessizliğin de özel önemi olduğunu biliyor ve bunu söylüyordu. sololarını dinlerseniz sessiz olduğu anların özel bir güzelliği olduğunu görürsünüz. 

***

Ludwig Wittgenstein Cambridge’deki dil üzerine doktora derslerinde sessizlik dersi de veriyordu. Bu derste doktora öğrencileri ders boyunca sessiz oturup kendi sessizlikleri boyunca duydukları hayatın seslerinin anlamı üzerine düşünmek durumundaydı. 

***

Ben de daha önce post moderni anlama yolculuğuma çıkarken John Cage’in tamamen sessizlikten oluşan 4.33 ‘bestesini’ ‘dinlemiştim’. Cage sessizlikte insanların daha önce fark etmedikleri hayata dair diğer sesleri duyabildiğini ve bunların da müziğin paçası olduğunu düşünüyordu. 

Wittgenstein ‘Söyleyecek bir şeyiniz yoksa susun’ demişti, bu genelde doğru bir tespit olsa da renkleri müzikle bağlantılı düşünen soyut sanatçının sessizliği diyecek bir şeyleri olmadığından değil diyeceği veya çizeceği hakkında tefekkürle (felsefi) düşünme ve kendi içine dönme arayışındandır. 

***

O sessizlik sürecinde hayatın diğer seslerini ve içinde daha önce baskı altında tutulmuş sesleri de duyan  sanatçı daha sonra bu yeni duyguları tuvalinin üstünde mutlaka gösterir.