Size bir şey söyleyeyim mi, eğer bir gün yolunuz düşerse, eğer sabaha karşıysa ve bizim gibi muazzam bir jetlagla hangi günde olduğunuzu bile bilmiyorsanız, sakın ha Atlanta şehrinden çıkıp yola koyulmaya çalışmayın.
korkunç bir kaza olmasa da bu deney ruhunuzda daha sonra telafi edilmesi mümkün olmayan derin endişe yaraları açabilir.
***
bana bu bir defa da yıllar önce new york’a geldiğimiz gecenin geç vaktinde olmuştu. ev kiralamak için gelmiştik ve Red Hut otelinde kalacaktık. otelin adını girdik, ama Long Island demeyi unutmuşuz ve sonunda kiraladığımız arabayla Long Island tarafına gideceğimize Manhattan tarafına gitmişiz.
***
arabanın ön camında açık alanda uzanan Long Island berraklığı yerine birden gecenin o saatinde üstüme üstüme gelen karanlık gotik havalı gökdelenleri görmek beni gerçekten korkutmuştu.
o noktada dönüp geri gitmek de hayli zordu ve sonunda o saatte hiç istemediğimiz halde Manhattan’ın içine girdik ve tekrar tünele girip ters yöne gitmek için gelen arabaları yararak yola devam ettik. bunu yaptığımız için her an polis tarafından durdurularak oracıkta infaz edilmeyi beklerken mucizevi biçimde olmadı bu ve sonunda otelimize vardık.
***
Atlanta’dan gece yarısından sonra çıkmaya uğraşırken aynen o gece karanlıkta üstüme gelen gökdelenleri gördüğüm kadar korkmaya başlamıştım.
Rana direksiyon başında hayli derin uyumakta olduğundan o çok korkmuş gözükmüyordu.
***
Onu ayık tutmak için bir şeyler konuşmam gerektiğini düşündüm, ama o saatte o yorgunlukta aklıma başka hiçbir konu gelmediğinden durup dururken “Yahu Ranacım, müzik ve Alabama denince benim aklıma hep Billie Halliday’in ’Strange fruit’ şarkısı geliyor. Aynı Billie Halliday’in ’Stars fell on Alabama’ şarkısı, ayrıca Neil Young’ın ‘Alabama’, Grateful Dead’in ‘Alabama’ ve bence daha da önemlisi John Coltrane’in ‘Alabama’sı varken benim sadece Billie Halliday’in geçmişteki linçleri anlattığı Strange Fruit şarkısını hatırlamam sence de Alabama’ya haksızlık değil mi” dedim.
***
Gecenin o saatinde bilincini çoktan yitirmeye başlamış bir adamın kurabileceği güzel bir konuşmaydı bence. Ancak konuşmanın güzelliğinin uyanık kalmak için son çabasını vermekte olan Rana’yı fazla etkilediğini söyleyebilmem ne yazık ki mümkün değil. çünkü bir gözünü açtı ve o gözüyle beni bıçaklayacakmış gibi baktıktan sonra “biraz daha saçmalamayı sürdürürsen bu arabayı şuracıkta kamyona son hız bindirip her şeye son veririm” dedi.
***
biraz durabileceğimiz bir yere varıncaya kadar onun uyanık kalması gerektiğinden hemen başka bir konuda konuşmaya başladım. o an aklıma başka hiçbir şey gelmediğinden durup dururken Ertuğrul Özkök’e hakaret eden bir söyleve giriştim. çünkü benim için Alabama’ya karşı önyargılı liberallerin tipik temsilcisiydi o ve açıkça söylemek gerekse o saatte Atlanta gecesinde benim için hayli kolay bir hedefti.
Rana o aşamada arabayı yana yaklaştırdı ve motoru stop ettirdikten sonra boğazıma sarılıp beni boğmaya çalıştı. bunun tamamen susmam için yeterli bir tüyo olup olmadığını da sorduktan sonra biraz duracağımız ve onun uyuyup gücünü kazanacağı benzin istasyonuna kadar tamamen sustum.
***
uyumaya başladığı anda saat birdi, saat beşe kadar uyandırmadım onu. bense benzin istasyonunun hemen yanındaki büyük buzdolabında cesetler olduğuna emin olduğumdan ve arada bir içerden yanında biriyle çıkıp onunla konuştuktan sonra yine içeri girip ortadan kaybolan adamın o an Atlanta’da aranmakta olan güneyin en vahşi seri katili olduğuna ve elindeki stokta öldürecek insan kalmadığında sıranın bize geleceğine inandığımdan o sırada hiç uyuyamadım.
***
iyi ki de uyuyamamışım. çünkü bir ara benzin istasyonun içine şöyle bir gireyim dedim. ABD’nin güney kültüründe benzin istasyonları sadece benzin istasyonu olmuyor, içeride bamya turşusundan kurutulmuş biftek’e (jerky), kamp çadırından tam otomatik silaha kadar her şey satılabiliyor.
bir ara Alabama’ya kadar sağ salim varabilmek için makineli tüfek alsam mı acaba diye düşündüm, ama vazgeçtim ve çok daha iyi bir şey keşfettim.
elektrikli testereler bölümünün arka tarafında fırından yeni çıkmış taze keklerin ve kahvenin olduğu bölüm vardı.
***
Bir mucize oldu. benim Amerika’da kahve ile birlikte yemeyi en sevdiğim Coffee Roll kurabiyeleri yeni çıkmıştı fırından. birkaç tane aldım ve arabayı göreceğim dışarıda bir yere oturdum kahvemle. o kahveden bir yudum ve kekten bir parça benim o gece insan olduğumu hatırlatan belki de ilk gelişmeydi. Proust’un madeleine’i tadınca hemen geçmişini hatırlaması gibi ben de keki tadar tatmaz Amerika’daki geçmişimi düşünmeye başladım.
***
burada uzunca zamandır yazıyorum. çektiğim onca şeyden sonra artık güzel şeyler de olmaya başlamıştı. Coffee roll ile kahvemi bitirince canım feci biçimde viski ile puro çekmeye başladı. benzin istasyonunun içinde tabii ki bu ihtiyaca göre de tedbir alınmıştı, ama ya yakındaki arabada uyuyan Rana uyanıverip beni keyifle viski ve puro içerken görürse diye korktum.
Çünkü gece yasadıklarımızdan sonra bir de bunu da görünce direkt benzin istasyonunun içine girip elektrikli testereyi kaparak gelip beni lime lime doğrayacağı kesindi.
bunun yerine sabah beşte onu uyandırdım ve bir de ekstra sert kahve hazırladım, onu da içtikten sonra Alabama’ya yola çıktık. Saat sekizde oğlanın evinin önündeydik ve dediğim gibi bence artık güzel günler başlamıştı ve Alabama, John Coltrane’nin müziğinde olduğu gibi çok tatlı ve güzeldi aslında.