1940’ların 1950’lerin Amerika’sındaki koşullar kültür teorisyenleri açısından son derece ilginç olmalı. Avrupa gibi klasik müziğin doğal oluşum koşullarına bir türlü sahip olamayan Amerika özelikle 19. yüzyıldan itibaren kendi müzik sesini bulmaya uğraşıyordu. 

Kendi özel koşullarıyla doğup gelişmiş olan caz gerçek Amerikan sesini oluşturduğu iddiasıyla geldiği 1940’lar ve 1950’lerde müzikte kendi sınırlarını zorlamaya başlamış, serbest caza geçişin provalarını yapıyordu. 

Amerika Big Band müziğiyle, Swing ile eğleniyordu. Manhattan’ın gece kulüplerinde dans müziği çalarken bir yandan da doğaçlama denemelere başlayan müzisyenlerin yanı sıra Harlem’in ve Manhattan’ın güneyindeki Village’da küçük kiralık odalarda buluşup jam session (içinden geldiği gibi, kuralların olmadığı ortamda çalmak) yapan genellikle siyahi müzisyenler vardı. Düşünsenize, bunlar arasında Miles Davis ve John Coltrane de bulunuyordu. 

Yaratıcı ve özgün olmanın nerdeyse bir zorunluluk haline geldiği bu eğlence ortamında şov dünyasının ana akımı sayılan Broadway de bir şeyler yapmak zorundaydı. Broadway’de de yeniliklerin yolu Richard Rodgers ve Oscar Hammerstein’ın tanışması ve birlikte çalışmaya karar vermeleriyle açıldı. Onların işbirliği sayesinde 40’lar ve 50’lerde müzikal tiyatroda “Altın Çağ” diye adlandırılan dönem yaşandı. 

“Oklahoma” adlı eserleri Broadway’de sahneye konduğunda herkes büyük bir devrim yapıldığını hissetmişti. Bu şovla birlikte dans ve şarkılar tiyatronun ana gövdesinde anlatılan hikayeye paralel değil aksine o hikayeyi daha da açan ve o hikayenin esas parçası haline getirilmişti.

İkilinin ilk büyük başarısı “Oklahoma”ydı, ama burada beni asıl ilgilendiren onların işbirliğinin son ürünü olan “The Sound of Music.” Bu şovun hemen ertesinde yapılan filmde Julie Andrews oynuyordu. Hatırlıyorum da yabancı filmlerin dört ile beş yıl içinde ancak gösterime getirilebildiği dönemin Türkiye’sinde ben “The Sound of Music” müzikalini 1960’lı yıllarda Ankara’da Büyük sinemada izlemiş ve çok da etkilenmiştim. O çocuk yaşımda bile filmdeki bazı parçaların kalıcı olacağını ve onları yıllarca duymayı sürdüreceğimizi hissetmişim.

Daha sonra yıllar içinde öğrendiklerim ışığında düşünüyorum da, aynı filmi benim gibi John Coltrane de New York’ta sinemada seyretmiş olmalı. Onun filmi ne zaman nerede seyrettiği üstüne belge yok ama seyrettiği kesin. Çünkü filmin bir sahnesinde Julie Andrews tarafından söylenen “My Favorite Things” şarkısı beni ismiyle, akılda kalıcılığıyla nasıl büyülemişse 40 yaşında ölene kadar bu şarkıyı çalmış olması John Coltrane’in de parçadan büyülendiğinin kanıtıdır. 

Miles Davis’in kendisine hediye ettiği saksafon ile parçayı her çaldığında sanki tamamen farklı bir parça dinliyormuş gibi hissedersiniz. Coltrane orijinal müziğe sadık kalırken her çalışında farklı yorumlarla işe girişiyor ve dinleyeni bir süreliğine farklı boyutlarda dolaştırdıktan sonra yine orijinal parçaya dönebiliyordu.

***

Bu aşamada beni en çok etkilemiş olan bir  yazarı da sizinle tanıştırmalıyım. Bence İngilizce yazının yaşayan en büyük ustası olan Geoff Dyer hem caz, hem de fotoğraf sanatı hakkında İngilizcede büyük eserler yazdı. 

Onun cazcıların hayatını anlattığı “But Beautiful” (Ama Güzel) iki ana açıdan çok önemlidir. Caz gönülden çalınmazsa caz olamaz, bu yüzden cazın ustalarının duygusal dünyalarını ve onların ruh hallerini bilmezsek müziklerini de anlamamız imkansızdır. 

Dyer “Ama Güzel” adlı çalışmasında caz ustalarının duygusal dünyalarıyla hayat tarzlarını birlikte ele alıp onların müziğini tam anlamamız için gereken ipuçlarını vermiş bize. Kitabın benim için önemli olan bir diğer boyutu da Dyer’ın söylediği gibi onun doğaçlama yöntemle yazılmış bir kitap olması. Yani Dyer da önceden bir net plan yapmadan caz ustalarının duygu dünyalarına önyargısız girmiş ve o dünyanın kendisine verdiği yoğun hislerle kitabının yönünü yazarken çizmeye girişmiş.

***

John Coltrane “My Favorite Things”i ilk yorumlamaya başladığında sonunda nereye varacağını bilmese de, en nihayetinde aynı melodide de kalsa ortaya yepyeni bir yorum da bıraktı. Çok genç yaşta ölümünden bir süre önce “My Favorite Things”i son çaldığında yıllar içinde birikerek ortaya çıkan yorum onu mutlu etmiş miydi bilemiyorum ama bir yorumu sonuna kadar götürebilmenin getirdiği tatmin duygusunu yaşadığı muhakkak.