Uzun zamandır siyasi tartışmalarda ya da bazı viralleşen konularda sosyal medyada fikir beyan etmeye karşı isteksizim. 

Bunun seçim sonuçlarıyla filan çok ilgisi yok çünkü seçimlerden çok önce başladı. Bununla paralel olarak platformlardaki takipçi sayılarımdaki artış durdu hatta küçük bir azalış oldu. Bu çok doğal. Çünkü aktif olarak tartışmaların içinde olmayınca yeni insanlara ulaşamıyorsunuz. 

O sırada algoritmalar da sıkıcı bir insan olduğunuza hükmediyor ve görünürlüğünüz de azalıyor. Böyle kayıplarına karşın bazı kazançları da var bu işin. Öylece susup kenardan izleyince gözlem yapma fırsatınız artıyor. Takdir edersiniz ki yazarlığın da en önemli sermayesi gözlem. 

İnsan o akışa kapılıp gitmeyince, bir şeyleri daha iyi süzebiliyor ve bu noktadan sonra o eski sosyal medya heyecanını yakalamak kolay olmuyor. 

Neymiş bu ‘Moral Grandstanding?’

Tam da bu sessiz kalıp sorgulama evresinde “Moral Grandstanding” kavramını hatırlayınca “bingo” dedim: Ben işte sosyal medya cengaverliğinden bu yüzden soğudum. 

Apolitik filan olduğum yok. Politik reflekslerim yerinde. Ancak bunların bayramlık harçlığını birbirine gösterip hava atan çocuklar gibi her örnekte cilalanarak pazara çıkarılışından sıkıldım. 

Bu aktivistlik filan değil bana kalırsa. Daha çok etkileşim simsarlığı. 

Her neyse dağılmadan “Moral Grandstanding”e geri döneyim. 

“Moral Grandstanding” daha önce bir makalede Türkçeye “Ahlâkçı Gösterişçilik” diye çevrilmiş. Hatta başka bir makalede “Ahlâki Duyarlılık Gösterisi” diye de çevrilmiş. İki çeviriyi de doğru bulmakla beraber ben bu kavramı, “Ahlâkçı Tribüne Oynama” diye çevirmek isterim. 

Sosyal medyada bizi izleyenleri bir tribün olarak düşünürsek, bu olay en iyi “tribüne oynama” ifadesinde anlamını buluyor bence. 

Örneğin; normalde önemsiz birinin, hiç duyulmasa daha hayırlı olacak bir fikrini gördük diyelim, sırf kendimizin ne kadar doğru bir pozisyonda olduğunun altını çizmek adına iğrenç bir fikri hep birlikte daha görünür yapabiliyoruz. Böylece o çarpık fikri dile getiren kişi, kendi mahallesinde ya da kendisiyle aynı fikri paylaşanlar gözünde yıldızlaşabiliyor. Bizler de onun gibi olmadığımızın altını çizerek kendi personamızı cilalıyoruz. Yani alan memnun, satan memnun. 

Normalde hiç duymayacağımız, okumayacağımız bilmemne gazetesi haberlerinin gereğinden fazla konuşulmasını büyük ölçüde buna bağlıyorum. 

Pek çok sosyal medya linçinin arkasında da bu motivasyon var bence. Linç ettiğimiz kişi üzerinden neden ve nasıl öyle bir kişi olmadığımızı anlatma fırsatı buluyoruz. 

Bir noktada “duyar kasma” ile karıştırılabilir ama bence aynı şey değil, zaman zaman duyar kasmayı da içeren ama daha geniş bir perspektife yayılan bir davranış bu. 

Birinci çoğul şahıs kullanıyorum zira özellikle geçmişte bu hareketten azade kalamadığımı biliyorum. Bundan sonra kalabileceğimin de garantisi yok ayrıca. Zaman zaman insan çileden çıkıyor çünkü.

Kinoanın kerameti

Daha ince yanılgılarımızda da bence bu kavramın izleri var. Eski bir yazımda bambaşka bir şeyi anlatmak için kullandığım bir örneği hatırlatarak devam edeyim. 

Hector Macdonald, Hangi Doğru kitabında (Domingo Yayınları, 2020, Çev: Aslı Perker) bir örneğe dikkat çeker. Şöyle bir haber okuduğunuzu düşünün: “Kinoa bitkisinin Batı’da popüler olmasıyla yetiştiği ana bölge Bolivya ve Peru’da fiyatları üçe katlandı. Beş yıl içinde yerli halkın ana besin kaynağını artık yüzde 34 daha az tükettiği gözlendi.” 

Aklınıza ilk olarak ne gelir? Açıkçası benim aklıma şu gelir: “Zenginler kinoayı keşfedince, yoksul yerliler ana besin kaynaklarından olmuş” der geçerim. Hatta bu haberi kinayeli cümlelerle bu şekilde yorumlayarak tweetlerim. Zaten o dönem The New York Times ve The Guardian dahil en saygın haber kuruluşları bile konuyu bu şekilde yorumlayarak haberlerini oluşturmuş. Yani benim gibilerin fazladan tribüne oynamasına gerek kalmamış. 

Ancak birkaç ekonomi uzmanı konuya biraz derinleşince bambaşka bir gerçek ortaya çıkmış. Kinoa zengin ülkelerde popülerleşince, kinoa yetiştiricisi yoksul çiftçilerin gelirleri artmış ve ellerine geçen parayla gıda tüketimlerini çeşitlendirebilmişler. Dolayısıyla kinoa tüketimleri de buna orantılı olarak azalmış. 

Oysa aksini düşünmek çok daha kolay. Önyargılarımız da böyle oluşuyor zaten. İçimizde bir “ahlâkçı tribüne oynayan” var ve o bizi zaman zaman yanıltabiliyor. Mesele de onunla mücadele etmek zaten. O noktadan sonra sosyal medya dahil pek çok şey heyecanını yitiriyor. İyi tarafı şu ki daha sakin bir insan olma ihtimali var tünelin sonunda. 

Kullanıcılar toplumu temsil eder mi?

Sosyal medya sayesinde çözülen sorunları, sosyal medya sayesinde sonuçlanan davaları, edinilen kazanımları yadsıyamam elbette. Ancak bir teraziye koyduğumuzda algımızı çarpık bir hale getirmesi mi yoksa bu kazanımlar mı daha ağır basar tam kestiremiyorum. 

Bu olguyu sosyal medyanın görece erken döneminde gözlemleyip kitabını yazan Evgeny Morozov’un fikirlerini kendi perspektifime uygun buluyorum. Morozov, “Twitter’dan Sonra Bir Tarih Kaldı mı? Sanal Ağ Yanılsaması” (Türkçede: Açılım Yayınları, 2019, Çev: Murat Tekin) kitabında demişti ki “İnternet aracılığıyla yeni bir ‘demokratik’ kamusal alan oluşturmak, oldukça zor bir iştir. Fakat bundan daha zor olan şey, yapmaktan çekinmediğimiz üzere, mevcut kullanıcıları tüm toplumun temsilcileri olarak görmektir. Bir bütünün hiç temsil edilmemiş parçalarına ilişkin yanılgıya düşmek, hiç bu kadar kolay olmamıştı.”

İşte Morozov’un daha 2012 yılında mükemmel bir şekilde özetlediği gibi, sosyal medya bizi özellikle sessiz kalanları ya da orada olmayanları yok saymaya yöneltiyor. Gördüklerimizin önemli kısmı yani ses çıkaranların çoğunluğu da “Ahlâkçı Tribüne Oynayanlar.” 

Seçimlerden sonra çok şaşırmak, bazı olguları garipsemek, aslında çok küçük bir gruba ait olan çarpık bir düşünceyi olduğundan daha önemli saymak gibi davranışlarımız da bunun bir sonucu. 

Özellikle muhalif siyaseti yanıltan da bu olgu zaten. Sadece sosyal medyada sesini çıkaranlar üzerinden kanaate varıp siyaset kurmak, kendi sahamızda top çevirmekten başka bir işe yaramıyor. 

Hem muhalif siyasette hem de sosyal medyada bunu yapanlar, yani tribüne oynamayı iyi bilenler parlıyor. Çünkü etkileşim ekonomisi böylelerini besliyor. 

Sonra bütün sorunumuzun Elon Musk olduğunu düşünüp “Elon Musk Twitter’ı mahvetti, şimdi nereye gidelim?” diye soruyoruz? Oysa Musk’ın en büyük gücü bu sorunun içinde saklı. Twitter’ın bir alternatifi olması gerektiği ve oraya gitmemiz gerekliliğini düşünmek asıl büyük çaresizliğimiz ve platformun asıl gücü. 

Buna neden ihtiyaç duyduğumuzu bir düşünelim. 

Kendi tribünümüze oynayıp durmak sahiden demokrasileri geliştiriyor mu? Ben bunun üzerine düşünmeye başladığım andan itibaren adım adım sosyal medya cengaverliğinden soğudum. 

Mesleğim gereği sosyal medyadaki varlığımdan vazgeçebilecek noktaya gelmedim ama bir başka meslekte olsam belki o aşamaya da ulaşabilirdim. 

Hani Attila İlhan, o meşhur “Ben Sana Mecburum” şiirinde; “İnsan bir akşamüstü ansızın yorulur / tutsak ustura ağzında yaşamaktan” diyor ya, işte tam öyle bir şey…