Benim için yılın durma dönemi geldi. Her yıl içine uzun yürüyüşlerde yerleştirdiğim ve biraz düşünmek, biraz yeni şeyler öğrenmek ve biraz da merak ettiğim yerleri görmek için, koşturmaya, toplantılara, yazışmalara kısacası tüm işlerime ara verdiğim zamandayım.
Yılın en sevdiğim zamanı, bunu da herkesle keyifle paylaşıyorum: “Bir ay kapalıyım.” Neredeyse sosyal medya hesaplarımdan “Arkadaşlar, ben biraz duracağım, bir ay sonra görüşmek üzere” yazacağım. Hani “Yeni fırsatları değerlendirmek ve yeni maceralara yelken açmak için çok sevdiğim işimden ve arkadaşlarımdan ayrılıyorum” mesajları gibi. Bence o kadar önemli, “Evet, duruyorum ve siz de mutlaka durun, çok iyi gelecek” demek istiyorum.
Dur, bak, dinle, dene, öğren, dinlen, anlat, paylaş sonra yine dur. Çok hızlı bir tempodayız, durmayı bilmiyoruz, durmayı istesek bile, hemen “Hadi başla” uyarıları alıyoruz.
Oysa daha verimli olmak ve daha iyi çalışmak ve üretmek için hem durup dinlenmeye hem de durup düşünmeye ve meraklarımızı gidermeye ihtiyacımız var. Okuldayken sistem ve büyüklerimiz bir sonraki sınav için durmamıza izin vermezdi, okul ve iş seçerken, hiç ara vermeden ve hatta ne okuyacağımızı düşünmeden en çok para kazanan meslekler listesinden meslek seçip o bölümlere yollandık. İş hayatında yine sevmesek de yıllarca bir üst pozisyon için ve daha uzun yazılan unvanlar için durmadık, durursak bu aldıklarımızı da alamayız diye öğretildik.
Ancak üçüncü çeyreğimize başlarken yorgunluğumuzu anladık ve ertelediğimiz meraklarımızı öğrenmek için duruyoruz veya durduruluyoruz. Ama o zaman da daha önce hiç denemediğimiz için tekrar başlama cesaretini kendimizde bulamıyoruz. Donup kalıyoruz.
İnsanın peşine düştüğü merakları olmalı, heyecan duyacağı, zaman ve bütçe ayıracağı, bitirip eline aldıktan sonra, heyecan ve gurur duyacağı işleri olmalı. Hatta bunları yeni meslekleri haline getiren insanları gıpta ile izliyorum. Her zaman duymaktan keyif aldığım şey, işini çok seven insanların “Hobimi meslek haline getirdim” cümlesi olmuştur.
Yıllarca sevmeden yapılan işler, hayatımızın uykudan sonra en uzun bölümünü geçirdiğimiz iş yerlerinde sevmediğimiz, inanmadığımız insanlarla, sevmediğimiz işleri yapma fikri bile insanı ürkütüyor. Evden çok zaman geçirdiğimiz ofislerimizden, odalarımızdan, toplantılarımızdan bahsediyorum. Bir durup düşünmek ve yaptıklarımızı değerlendirmek ve neler yapabileceğimizi düşünmeye, yazmaya ve sormaya başlamak için bile durmak lazım, hem de şimdi.
İşte bu durmalar ve ara vermeler en çok yeni denemeler yapmanıza ve yeni işlere girişmenize yarar. Bu bazen bir tatil, bazen uzun yürüyüşler, bazen de yıllardır aklınızda olan ama bir türlü girişemediğiniz yeni merak ve üretim alanları olur.
Benim en son merakım -yıllardır merak ettiğim ama nasıl başlayacağımı bilemediğim- üç aydır devam ettiğim dokuma ve kilim kursu oldu. Yıllar önce yine çok merak ettiğim cam üfleme denemesine girişmiştim ama hem yapmak için Moskova’dan İstanbul’a hatta Riva’daki Cam Ocağı’na gelmek ve evde yapılmasının neredeyse imkansız olması nedeniyle askıya almıştım. Bu sefer ise uzun soluklu bakabiliyorum. Bir yıl sürecek bu kursa hiç düşünmeden el kaldırdım, önce en temel dokuma bez ayağı, sonra sumak ve cicim ve zili öğrenerek devam ediyoruz. Bu toprakların en eski geleneklerinden olan ve köylerde, kasabalarda artık yol olmaya yüz tutmuş bu zanaati öğrenmek bile beni mutlu ediyor.
Yıllardır özellikle yörük kilimlerine olan merakım sevdiğim ve takip ettiğim Fırat Neziroğlu hocanın Bahçeşehir Üniversitesi’nde dokuma ve kilim kursu açmasıyla yeni bir uğraşa dönüştü. Kurs geleneksel dokuma tekniklerinden başlayıp bir yılın sonunda Fırat Hoca’nın dünya dokuma literatürüne geçen dokuma tekniğini öğrettiği bölümle son bulacak.
Fırat Hoca dünyaca ünlü dokuma sanatçısı ve eğiticisi, Türkiye’de üretilen her türlü dokuma zanaati ve sanatı konusunda bilgi sahibi. Dünyanın her yerinde en önemli sanat müzelerinde eserleri sergileniyor. En son geçen haftalarda Japonya’da eserlerini sergilemeye gitti, dünyanın her yerinde bizi temsil ediyor.
Bize de haftada bir gün, üç saat işinden gücünden zaman ayırıp üniversitenin içindeki Beşiktaş Ihlamur’daki atölyesinde dokuma öğretiyor. Her iki haftada bir yeni bir teknik öğreniyoruz. Online katılanlar var, ben ise atölyede daha kolay anladığımı hissediyorum. İstanbul’daysam mutlaka atölyeye gidip orada derse katılmaya çalışıyorum. Ama benim de farklı şehirlerden katıldığım, valizimde tezgah ve yünlerimi gezdirdiğim olmadı değil.
Eskiden yanımda mutlaka bilgisayar, kitap gezdirirken şimdi onlara bir de küçük dokuma tezgahı eklendi. Yaz aylarında hoca her hafta bir ödev vereceğini söylediği için tezgah ve yünlerde bu yaz benimle gezecek. Haziran sonunda iki haftalık sanat tarihi derslerinden, sonra yaz molasındayız. Ama her hafta bir teknikle üretmemiz gereken yaz ödevimiz var.
Merak ettiğiniz her şeyi Fırat Hoca’ya sorabiliyorsunuz, her şeyi deneyebiliyorsunuz; hoca sadece size teknik anlatıyor, renk, iplik, boyut, aklınıza gelen bütün soruların cevabını sizin vermenizi istiyor. İşleri ve ödevleri bitirip bitirmediğinizi sormuyor, farklı iş ve üretim yapanları alkışlıyor, destekliyor. “Hepiniz kendi yolunuzu ve metodunuzu yaratacaksınız, hepiniz farklı işler üreteceksiniz” diye bizi cesaretlendiriyor. En güzel tarafı ise farklı yaşlardan ve farklı bölgelerden katılımcılar olması. İlk defa yapanı da var, evinde tezgah olup dokuma bileni de. Üniversite öğrencisi de var, üniversitede ders veren hocası da.
Merak insanı özgürleştiriyor, eşsizleştiriyor. Merak ettiğiniz şeylerin peşine takılıp gittiğinizde hayalleriniz değişiyor, büyüyor. Hayallerinizi gerçekleştirmek için merak etmeye başlamanız şart.
Merak etmek insanı daha güçlü yapıyor, başkalarının bilmedikleri, görmedikleri ve denemedikleri sizi daha ilham veren biri haline dönüştürüyor. Kendinize güveniniz artıyor, her işe girerken daha cesur oluyorsunuz. Zor kararları çok kolaymış gibi verebiliyorsunuz. Arkanıza bakmadan yürüyüp sıradaki diyebiliyorsunuz.
Merak insanı büyütüyor, öğrenmeyi tetikliyor. Öğrendikçe daha çok merak ediyorsun, daha çok merak ettikçe de ilgini çeken konular çeşitleniyor, derinleşiyor.
Eskiden merak ettiklerimi öğrenmek için kütüphanelere veya evde varsa her biri onar kilo ağırlığındaki 12 ciltlik Meydan Larousse ansiklopedisine başvururdum. Her evde yoktu, ödev yaparken veya merak ettiğimiz her şey için onu incelerdik. Bazı arkadaşlarım madde madde Meydan Larousse okurdu, kitap gibi. Büyüklerimiz bu çocuk ya bilim adamı ya da profesör olacak derdi. Ben onlardan olmadım, derslere ve kitaplara ek olarak sokaklardan ve sergilerden, müzelerden, tiyatrolardan ve filmlerden öğrenmeyi seçtim.
Yıllardır hobilerim arasında daha edilgen olduğum film festivali veya müze gezilerimi sayardım. Yaklaşık 40 yıldır her yıl gitmeyi rutin haline getirdiğim İstanbul Film Festivali bunların başında geliyor. Dünya sinemasını, yönetmenlerini, hatta farklı ülkelerin kültürlerini filmlerden öğrendim. Gitmediğim ve görmediğim ülkeler ve yaşamları hakkında biraz bilgim varsa festival filmlerinden geliyor. İran, Lübnan, Danimarka, İsveç, Kore, Suriye, Gürcistan, Bulgaristan, Polonya gibi ülkeleri daha gidip görmeden filmlerden biliyordum. Hatta gittiğim zaman “Ben burayı daha önce görmüştüm” dediğim ülkeler bile oldu.
Ya da kurumsalda çalışırken başladığım uzun doğa ya da şehir yürüyüşlerim. Yılda bazen bir bazen de iki, az bir hafta en uzun 10-12 gün süren ve bir kasabadan başlayıp ve kilometreler yürüyerek başka bir köye ulaştığımız, ertesi gün yine dağ, bayır ya da deniz kıyısından yürüdüğümüz uzun yürüyüşler. Her gece başka bir köyde ya da şehirde konaklamak, yeni tanıştığımız insanların yaşamlarına karışmak.
Yürümenin en güzel yanı, her gün yürüyeceğiniz yol için hazırlık yapmak, hayatınızda hiç gitmediğiniz coğrafyalarda elinizde harita başka bir hedefe doğru yürümek. Aklınızı başka bir şeyle doldurmanız ya da telefonlarınıza ya da maillerinize bakmanıza imkan yok. Rehber yok, bölgeyi bilen kimse yok, küçük arkadaş grubunuzdan başka kimse yok. O yüzden gitmeden bölge ve görülecek yerler ile ilgili okumalar yapmanız ve size gelen rota planlarını çalışmanız gerekiyor. Youtube’da bölge ile daha önce konulmuş videolardan yemek yenecek, görülecek veya kalınacak yerleri belirlemeniz gerekiyor.
Durmak, çoğu zaman benim için bir şey yapmamak anlamına gelmiyor. Evet yürüyüşlerde fiziksel olarak yoruluyor olabiliriz ama ben kafa olarak durduğumu hissediyorum. Kafam sadece o günün yol haritasını, nereleri görmemiz gerektiğini, ne zaman mola vermemiz gerektiğini veya nerede yemek yiyebileceğimizi düşünmekle geçiyor. Bu benim için tam bir durma, sadece 3-4 büyük konuyu çözüp yola çıkıyorsun ve 7-8 saat sadece gördüklerinle ve duyduklarınla baş başasın. Akşam ise başka bir zorluk, geldiğimiz yerlerde çoğu zaman bir, bazen iki yemek için yer oluyor, en büyük soru üç çeşit menüden ne yiyeceğimiz. Arkasından dört kişi masada oturup günü değerlendirmeniz gerekiyor. “Günün en çarpıcı 5 olayı veya manzarası neydi” gibi belki de yıllardır yapmadığınız çocukça soru ve konuşmalar.
Ama inanın o kadar iyi geliyor ki, bir sonraki yürüyüş için gün saymaya başlıyorsunuz. Biri bittikten sonra bir diğeri için nereye gidelim konuşmaları ve sekiz, on ay önceden başlayan yer seçimi ve rezervasyonlar ve araştırmalar. Nereye gittiğinizden ve nereleri gördüğünüzden çok işin süreci beni heyecanlandırıyor.
Erzurum, Bayburt ve Baksı Müzesi veya Adriyatik-Dubrovnik sahili ve adaları, Prag dışındaki köy ve kasaba gezisi, Demre’den başlayıp yürüdüğünüz Likya yolu, Konya’da Selçuklu mimarisinin peşine düştüğümüz gezilerin hepsi bende benzer duygular yaratıyor.
İşte bu merak bende heyecan yaratıyor, özgürlük hissi yaratıyor, daha çok merak yaratıyor.
En meraklı insanlar en iyi arkadaşlarım, en çok soru soranlar ise en sevdiklerim.