Yaptığım sohbetlerde, katıldığım podcastlerde iş hayatım boyunca en çok ilham aldığım insan veya insanlar soruluyor ya da “Rol model aldığınız biri mutlaka vardır, kim ve neden” sorusu da geliyor.
Aslında bu sorunun üzerine son yıllarda biraz daha fazla düşünme şansım oldu. Geçmişte cevabım şu olurdu; çalıştığım herkesten öğrendiğim ve ilham aldığım çok şey olmuştur.
Özellikle birlikte aynı küçük takımda çalıştıklarımdan. Benim kurduğum takımlar daha çeşitlilik gösteren ve renkli takımlardı, kimse kimseye benzemez, özellikle de bana benzemezdi. Çünkü takımı seçerken ilk şartım “Takımda bana kimse benzemesin” kuralıdır. Onların tüm yetkinliklerini araklayamasam da, onlardan mutlaka öğrendiğim ve uygulamaya başladığım çok şey olmuştur.
Ve süreçte hem kendime, hem kimden arakladıysam ona şu itirafı mutlaka yaparım: “Bu davranışı ya da cümleyi senden arakladım.” Bende olmayan ya da eksik olan bir özelliği birinde görüp oradan alıp tamamlamak özelliklerimden birisidir. Aynı koleksiyon yapan birinin çok istediği eksik bir parçayı hiç beklemediği anda bir müzayedede görüp koleksiyonuna eklemesi gibi.
Hem çok iyi yöneticilerle çalıştım hem de birlikte iş yaptığımız onlarca büyük şirketin üst düzey yöneticilerini tanıma ve birlikte çalışma şansım oldu. İlham aldığım ve öğrendiğim çok isim olmuştur. İsim isim sayamam ama onları hâlâ çok güzel anıyorum.
Sonra düşündükçe asıl beni ben yapan davranış ve değerlerimin ondan geldiğini hatırladım. Özellikle iş hayatına kadar olan süreçte davranışları, düşünceleri ve yaptıklarıyla bana en büyük ilham babam oldu.
Serez’den göçen Batı Trakya göçmeni bir ailenin üç çocuğundan biri olarak ailesi mübadelede Kemerburgaz’ın Pirinççi köyüne yerleştiriliyor. Aslında halam köyün adının “birinci” yani orada ilk kurulan köy olduğunu söylerdi. Dedemin tuğla ocakları büyük bir selde yok olunca ve kendisi de rahmetli olunca babaannem üç çocuğunu büyütmek için bugün sanat merkezi olan Feshane’de çalışmaya başlamış. Babam annesine yük olmamak için ilkokuldan sonra karar verip Kasımpaşa’daki Deniz Astsubay Okulu’na kaydoluyor. Hem mahalleden bir gencin beyaz kıyafetlerle bu okula gidip gelmesi onu etkiliyor hem de babaannemin doyuracağı çocuk sayısını bir azaltmak istiyor. Daha önce de mahallede gazete ve karpuz satarak annesine katkı sağlıyor.
Deniz astsubay ve telsizci olarak büyük gemilerin alınıp gelmesi için Amerika’ya gidip gelen ekiplerde çalışıyor, 41 yaşında emekli oluyor. Ve emeklilikten sonra hayatında hiç bilmediği ve yanından geçmediği bir işe girişiyor, Eyüp’te merkezde bir tuhafiyeyi devren satın alıyor. Ve kırk sene Eyüp’ün Deniz Tuhafiyecisi oluyor. Aynı zamanda eski işinden dolayı çavuş, kaptan ve komutan lakaplarını da beraberinde taşıyarak. Bizler de Deniz Tuhafiye’nin çocukları.
En büyük hobisi akşam üstü arkadaşlarıyla briç oynamak. Bir diğeri ise ayda bir esnaf tayfasının organize etmesiyle dükkanları erken kapatıp 15-20 kişi bir minibüse atlayıp Tarabya ya da Sarıyer sırtlarına pikniğe gitmek. Dev güveçlerde kuru fasulye ya da sebzeli et yemeklerini ayakkabı tamircisi Bahattin ağabeyin yaptığını hatırlarım.
Ben beş yaşındayken askeriyede tanıştığı ve iş yaptıkları armatör bir Amerikalının davetiyle aile olarak Seattle’a gidip beş ay boyunca bir Amerikan rüyası denemişliğimiz de oldu. Ben anaokuluna, ablam ilkokul son sınıfa, babam ise vize alınması için üniversiteye kaydolmuş. Belki de ilk hatırladığım anılar bu okul ve evimizden. Babam geride bıraktığı aile büyüklerinin baskısı ve annemin gözyaşlarını dikkate alarak geri dönmüş ve Deniz Tuhafiye’nin başına tekrar geçmiş.
Tüm aile her gün babama yemek götürmek ya da yardım etmek için dükkana uğrardık. Babam yalnız çalışırdı, her sabah Kapalıçarşı’ya gidip eksik mallarını alır, gelip dükkanı açardı. Dükkan dediğim ilk yıllarda 10-12 metrekare. Annem hemen her gün desteğe giderdi, ben de okul çıkışı ya da öncesi mutlaka bir tezgahın arkasına geçerdim. Çok hareketli ve renkli bir dünya. Parayla alamayacağınız bir deneyim.
Babamdan bana neler kaldı diye düşünürken ilk aklıma gelen dostlukları ve dostları oldu. Yıllarca biriktirdiği ve dostluk yaptığı güzel ağabeylerle artık ben görüşüyorum. Fikret Ağabey, Selahattin Ağabey, Yusuf Ağabey listenin başındaki isimler. Geçtiğimiz aylarda Fikret Ağabey ile tapu işlerindeki bir pürüzü çözmek için bir seyahate çıktık. İki gün boyunca babamın onlarca kere tekrarladığı güzergahı ve rutini bu kez ben yaşadım, yol anılarını dinledim. Yediği yerlerde yedim, içtiği yerlerde içtim ve kaldığı yerlerde kaldım. Geçmişte konuştuğu, tanıştığı ve dostluk yaptığı insanlardan onu ve hikayelerini dinledim. O köylere ilk kez ben lise öğrencisiyken ilk tatilimizi yapmak için gitmiştik. Enez’in Gülçavuş ve Sultaniçe köyleri. Sahile çadır kurup, köyün muhtarı Mehmet Ağabey’in evinin bahçesinde çayımızı içmiştik. Son gittiğimizde muhtara da uğradık.
Dostluk derken şunu anlatmam lazım, bize kalan 4-5 arazi tapusu var, her birinde kendi dışında mutlaka en az bir kişinin daha ortaklığı var, bu rakamın dörde çıktığı tapular da var. Tüm alımları dostlarıyla birlikte yapmış ve tapu ya onun ya da arkadaşlarından birinin adına kayıt edilmiş. Sanki bunu bilinçli yapmış, oraları o insanları ve en önemlisi dostlarıyla ilişkimin devam etmesini istemiş gibi.
İnsanlar beni fiziksel olarak hep babama benzetti, ben ise hiç benzetemedim.
Ama en başta yazdığım gibi kök ve temellerimde payı büyük. Hayatımdaki en önemli kararlarda onun payı var.
11 yaşında Kapalıçarşı’da çıraklığa başlamam onun bana teklifiydi. Ortaokuldan sonra Eczacıbaşı’na götürüp voleybol oynamamı sağlamak yine ondan gelmişti. Ortaokuldan sonra beni alıp Pertevniyal Lisesi’ne kayıt ettirmek de yine onun kararı. İlkokul birden beri bana ve ablama “İngilizcenizi geliştirin” baskısı ve öğretme tutkusu yine hayatımızı değiştirdi.
Sadece bizim değil ben ilkokul dördüncü sınıfa giderken okul müdürümüz ve öğretmenlerimizle konuşup hafta sonu beşinci sınıflara İngilizce sınıfı açtırmıştı ve gönüllü İngilizce öğretmenliği yapmıştı. Ben de dördüncü sınıf olmama rağmen aile kontenjanından derslere katılabilmiştim.
Konuştuğumuz yıl 1979 ve Eyüp’te bir devlet ilkokulundan bahsediyoruz. Her sene mutlaka bir tiyatro oyunu çıkardığımız, kantini ve bütçesini biz ilkokul öğrencilerinin yönettiği, güne gazete okunarak başlanan bir okul ve öğretmenler. İşte babamın ilkokul müdürüm ve öğretmenleri ile dostluğu hep devam etti. Zaten küçük yerlerde yaşadığınızda birbirinizi görme ve konuşma şansınız hep daha çok oluyor. İlkokul arkadaşlarımla hâlâ buluşuyoruz desem inanır mısınız? Birimiz köfteci, birimiz tuhafiyeci, bir diğerimiz lokantacının oğlu. 6 kişilik bir ekibiz ve askerlik anısı gibi ilkokul ve Eyüp anıları konuşuyoruz, daha geçen yıl yaşanmış gibi.
Çok çalışkandı, çok tasarrufluydu. Gereksiz bir şeyin alınmasına ya da harcanmasına izin vermezdi. Tek istisnası kültür sanat aktiviteleri ve kitaptı. Çok küçük yaştan itibaren hafta sonları beni alıp Cağaloğlu’na kitap yayınevlerine götürürdü. Can Yayınları, Varlık Yayınları, Cumhuriyet Kitap Kulübü ziyaretleri yapılır, çanta çanta kitapla eve dönülürdü. Her yeni çıkan kitabı alırdık, eve gelene kadar kitapların ağırlığından ellerim acırdı. Can Yayınları serisi kütüphanede benim için en değerlisiydi. İranlı yazar Samed Behrengi’nin “Küçük Kara Balık”ı okumaktan hiç vazgeçmeyeceğim favori kitabım.
Yine 8-10 yaşlarında Harbiye Açıkhava Tiyatrosu’nda ailecek Kafkas Lezginka Dans Topluluğu’nu, Afrika’dan gelen dans ve müzik grupları seyrettiğimi çok net hatırlıyorum. Yine ilkokulda birlikte gittiğimiz Ruhi Su konseri, Ferhan Şensoy ve Genco Erkal oyunları her sezon kaçırmadan gittiğimiz Beyoğlu aktivitelerimizdendi. Elbette çantamızda annemin hazırladığı sandviçlerimizle.
Yine beraber yapmaktan çok zevk aldığımız aktivitemiz pazar günleri kamış oltamız ile eski Galata Köprüsü’nün altına birlikte balık tutmaya gidişlerimizdi. Mevsimine göre sıkı sıkı giyinip, 99 numaraya atlayıp Eminönü’nde inip, akşam eve tuttuğumuz istavritlerle dönerdik.
Yine her akşam eve geldikten ve mutlaka tüm aile birlikte yemek yedikten sonra vaktini bizimle ve Cumhuriyet gazetesi ile geçirirdi. Her köşesini, her yazarını okur, bize de okumamız gereken yerleri keser ya da işaretlerdi. Her pazar sabah kahvaltısı yine erken saatte masada herkesin olmasını şart koyduğu bir buluşmaydı.
Söyleyeceğini bir kere ve net söylerdi, her davranışı ve söylemi netti. Fikirlerini sonuna kadar savunur, çok zor vazgeçerdi. İnsanları yine de dinler, sonunda kendi fikirlerini söylemeden gitmesine izin vermezdi.
Her zaman bizim fikirlerimizi dinledi, çok sıkıştığında “Sen kendi bildiğin yolda git” ya da “Paranı kazandığında alırsın ya da gidersin” derdi.
Zaman zaman onun sevmediğini bildiğim ama benim merak ettiğim işleri mutlaka denemek isterdim ve habersiz yapardım. Öğrendiği zaman, birbirimize kızdığımız ve kırıldığımız anılarımız da olmuştur. Benim doğruyu yanlışı kendi anlama merakım bazen sorunları büyütürdü. Ben daha risk almayı severken onun sevmemesi sorunlar yaratırdı ya da dışarıda kalmamız yerine eve bütün okulu getirmemize ve bizde kalmalarına izin verirdi. Neredeyse tüm eğitim hayatımız boyunca haftada iki veya üç benim ya da ablamın arkadaşları bizde yatılıydı.
“Ben sana güveniyorum, dışardaki insanlara güvenmiyorum” derdi, bugün benim kızlarıma dediğim gibi.
İkimizde de asıl dönüşüm ben iş hayatına başladıktan sonra oldu. Birbirimize karşı bakış açımız değişti, yumuşadı ve pozitife dönüştü. Ben artık onu daha iyi anlayacak yaşa geldiğim için, o da bana ve kararlarıma daha fazla güvendiği için sanırım. Sonra da her işinde ve kararında benim fikrimi de sordu ve uyguladı.
Baba oğuldan iki arkadaşa dönüştük ve bu çok güzeldi.
Doğru bildiğini her gördüğünde söylemekten hiç vazgeçmedi. Bana, bize ve tanıdığı herkese inandığı ve doğru bildiği şeyleri anlattı, susmadı. Bildiği yolu bırakmadı, tutkusunu kaybetmedi.
Ondan öğrendiğim ve değerlerimi oluşturan, ailemizi oluşturan o kadar şey var ki. Asıl karakterimi oluşturmamda ve beni ben yapan her şeyde payı çok büyük.
Baba olmak kolay, iyi baba olmak ise çok emek istiyor.
Emek vermek ise babamın işiydi.