Belirsizlik kötüdür demiyorum, belirsizliğin sonu olmalı, sinyalleri almalı ve tünelin ucunu görebilmelisiniz diyorum. Hatta belirsizliklerde öne geçmek, yeni fırsatlar görmek ve büyümek için belirsizlik iyidir diyorum.

Üniversiteden mezun olduktan sonra veya iş hayatına adım attıktan sonra karşılaştığım iş fırsatları arasında beni en çok heyecanlandıranlar dünya markası olan ya da dünya markası olma iddiası taşıyan işlerdi.

Kimi arkadaşlarım ‘dört büyükler’ gibi dünya çapında tanınan danışmanlık ya da neredeyse her kıtada aynı marka adıyla üretim yapan hızlı tüketim markalarında çalışmayı hayal ederken ben ülkemizden bir dünya markası çıkarmak isteyen tutkulu insanların peşine takıldım. Üstelik bu marka biranın anavatanı olan Mezopotamya’nın verimli topraklarından dünyaya yayılacaktı.

Dünya markası olan ve her ülkede benzer formüllerle büyüyen, stratejik kararların başka ülkelerden geldiği bir yapı ve plaza şirketi yerine her kararın Merter’de, tekstilcilerin üretim yaptığı bir mahalledeki üç katlı bir binadan çıktığı bir şirket ve markada çalışmayı tercih ettim.

1990’ların sonu ve 2000’lerin başı; Romanya, Kazakistan, Rusya, Sırbistan, İngiltere, Almanya, Amerika, Çin gibi ülkelerde üretim tesisleri kurarak veya ihracat yoluyla markalarımızı tüketiciyle buluşturma hedefiyle yola çıkan büyük bir hayalperest takımın içindeydim. Adı üstünde hayallerimiz vardı, üstelik olan bitmiş bir hayalin değil, hayali birlikte kurarak ve parçası olarak girilen güzel bir mücadele.

İşte yazımın başlığı da, ilham aldığım ve aynı dönemlerde benzer bir  hayali kuran ve bir dünya markası olan Silk& Cashmere kurucusu Ayşen Zamanpur’un Ayvalık Business Forum’da yönettiği forumun açılış cümlelerinden biriydi ve benim de aklımda bir sürü düşünceyi tetikledi.

Zor pazarlarda neden Türk yöneticiler tercih ediliyor?

‘Belirsizlikler konusunda dünya markası’ olan ülkemizde iş yapmak ve bu belirsizliklere karşı liderlerin yapması gereken işler, iki gün boyunca katılımcıları dinlerken düşündüğüm konular arasında yer aldı. Herkesin işinin ne kadar zor olduğunu fark ettim. Bu döneme damgasını vuran belirsizlikler; ekonomik ve toplumsal koşullar, sürdürülebilirlik meseleleri, yetenek açığı ve yurtdışına beyin göçü gibi çok sayıda konu üzerinde durulurken, benim aklımdan geçen ise, geçmişte belirsizliklerle nasıl başa çıktığımız ve şimdi ne yapmamız gerektiğiydi.

Belirsizlik altında iş yönetmek, hem çalışanlar hem de liderler için kritik bir yetkinlik. Biz Türklerin bu konuda yabancı rakiplerimize göre daha iyi olduğumuzu yıllardır duyuyor ve okuyoruz. Bu yüzden, her dönem uluslararası şirketlerin yeni ve zor pazarlara girdiklerinde tercih ettikleri yöneticiler genellikle Türkler oldu. Değişen şartlar, ekonomide yaşanan enflasyon ve faiz belirsizlikleri, bizi hep tetikte ve tedbirli olmaya zorladı ve bu konularda maalesef uzmanlaştık.

Belki de üniversiteden mezun olur olmaz yurt dışına yönelen gençlerimiz bile, daha çalışma hayatına atılmadan bu yetkinliği ülkemizde okurken geliştirme şansı yakaladı. Belirsizlik her zaman vardı ve geçici bir durumdu; işin güzel yanı ise bu dönemi iyi yöneten şirket ve liderlerin öne çıkarak fark yaratmalarıydı. Aslında belirsizlik, küçük markaların ve yeni girişimlerin başarılı olmasını sağlayan bir avantaj bile sayılabilir.

Ancak bizi çevik olmaya ve senaryolarla çalışmaya iten bu belirsiz dönemin “dönemsel ve tahmin edilebilir” olması gerekir; bir süre sonra tünelin ucunun görülebilmesi önemlidir. Tünelin ucunu uzun süre görmediğimiz durumlarda büyüme düğmesine basmak cesaret ister; bu cesaret sizde olsa bile patronunuzu ikna etmek kolay olmayabilir.

Bitmeyen belirsizlikler içinde, bir liderin işini büyütme ve global oyuncu olma iddiası çok zordur, bu durumda hem kendisini hem de takımını motive etmesi daha da zor. O takımlarda çalışan yetenekler için iki alternatif kalır, ya hayalleri olan başka bir şirketin peşine takılırlar ya da başka topraklara yönelip arka kapıdan çıkmayı tercih ederler.

Arkanıza baktığınızda, gerçek yeteneklerin ve potansiyel liderlerin artık sizin peşinizden gelmediğini üzülerek fark edersiniz. Sürekli “bu sene çok kritik, harcamaları kısacağız, nakit akışına dikkat edeceğiz, büyümeye değil, pozisyonumuzu korumaya çalışacağız” gibi tekrarlanan ‘heyecansız’ söylemlerin etkisi bir yere kadar sürer. Devamında ise, her zirvede ya da şirket toplantısında “neden yeteneği elimizde tutamıyoruz, neden yurtdışına kaybediyoruz” diye birbirimize sormaya devam ederiz.

Hafızamda kalan onlarca başarı öyküsü var

Ben bireysel iddialardan kaçınırım, ancak takım iddialarını severim. Her iddia, yeni bir meydan okumadır ve bu da insanlarda ve topluluklarda bir heyecan dalgası yaratır. Sanırım dünya markası olma iddiası, bizim kuşağımızda oldukça güçlü bir meydan okuma ve heyecan yaratan bir iddiaydı. Markalarımızı dünya markası yapmak, İstanbul’u dünyanın eğlence ve iş merkezi haline getirmek, ülkeyi çalıştığımız global şirketin Avrupa’nın en iyi performans gösteren ülkesi haline getirmek ve bölge merkezini Türkiye’ye taşıtmak gibi.

O dönemden hafızamda kalan onlarca ilham verici başarı öyküsü var. Türk şirketlerinin her kıtada büyüyerek fabrikalar kurmaları, satın almalar yapmaları ve markalarını globale yaymaları. En büyük yatırımlarını bu ülkeye ve tüketicisine ve yeteneklerine yaptılar. En iyi yeteneklerini bu ülkede yetiştirip, dünyadaki her coğrafyanın başına bu ülkeden çıkan yeteneklerini yolladılar. En büyük dünya devi şirketlerinin tepe yönetimlerinin bir, iki, üç, dört numaraları Türk’tü. Gazetelerin ekonomi sayfalarında Türk şirketlerinin ve markalarının başarılarını, dünyayı yöneten Türk yöneticilerinin hikayelerini okuyarak hırslanır ve ilham alırdık. Biz de yapabilirdik, daha hızlı ve daha iyi olmalıydık.

Çevremde ve hatta çalıştığım şirketlerde çok sayıda yabancı üst düzey çalışan hatırlıyorum. Yabancılar, ailelerini alıp bu gözde şehre gelmek için sıraya girerlerdi. Sadece çalışmak için değil, eğlenmek için de yabancılar hafta sonları İstanbul’a gelir, Beyoğlu’nda otellerde kalırdı. Ülke, en potansiyelli ülkeler arasına yerleşmiş, İstanbul ise eğlence, iş, kültür ve sanat alanında dünya başkenti olmuştu. Kısacası, belirsizlikler ülkesi değil, güzellikler ve potansiyellerülkesi olmuştuk.

Belirsizlikler altında işinizi iyi yönettiğinizde ve iyi sonuçlar alarak dünya markalarına kafa tuttuğunuzda, sabah yatağınızdan heyecanla kalkıp işe gitmek için acele edersiniz. Ekibinizle, fikirlerin havada çarpıştığı yaratıcı toplantılar yaparsınız. Sahaya inip, yaptığınız onlarca işten hangisinin daha iyi çalıştığını anlamak için bir havaalanından diğerine uykusuz seyahatler yaparsınız.

İş dünyası liderleri gerçek sorunlara odaklanmalı

Tatile çıktığınız üçüncü gün “Acaba neler olup bitiyor, geri dönsem mi” soruları kafanızda döner. Haftada 5-10 gereksiz toplantıda bu başarı hikayesini size defalarca soran ve anlattıran bankacılar, merkez ekipler ve hatta yönetim kurulları ile geçirdiğiniz her dakikayı zaman kaybı olarak görürsünüz.

Daha fazla ve daha iyisini yapmak için tüm engelleri kaldırmaya çalışırsınız.

Belirsizlik kötüdür demiyorum, belirsizliğin sonu olmalı, sinyalleri almalı ve tünelin ucunu görebilmelisiniz diyorum. Hatta belirsizliklerde öne geçmek, yeni fırsatlar görmek ve büyümek için belirsizlik iyidir diyorum. Belirsizlikleri çözecek ve global işler ve markaları yaratacak yetenekleri ülkemizde tutmak için iş dünyasının liderleri gerçek sorunlara odaklanmalı, birlikte düşünmeli ve çalışmalı, çözüm üretmeliler, başka yolu yok.

Ömer Koç’tan bayilere uyarılar: Belirsizlik devam edecek, harcamalarınıza dikkat edin

 

Birleşme ve satın almalara belirsizlik darbesi: Geçen yıl 2017 seviyesine geriledi