Bir grup deli dünyanın en büyük bitki serasını nasıl yarattı?
Sıfırdan başlamak ve aradığımı bulmak yerine çoğu zaman kolaya kaçmışım. Nasılsa yapılmışı var veya etrafımızda güvendiğimiz ve sevdiğimiz büyüklerimize “Sırada ne var” diye sorunca hep benzer cevapları aldım. O cevaplar da risksiz ve doğru geldi hepimize.
Aldığımız zor kararları da çoğu zaman kendi isteğimizle vermedik; içinde olduğumuz ülke, ekonomi veya çalışma alanında yaşadıklarımız, bilinmezlikler bizi zor kararlar almaya itti.
Oysa çizginin dışına çıkanları, imkansızı başaranları görmezden geldik çoğu zaman. Farklı yollardan gidenleri, yapılmamışı yapanları, risk alanları ya uzaktan takip ettik ya da adını bile duymadık.
Bu durma ve düşünme dönemlerinin bana en büyük faydası bu. Bilmediğim ve öğrenmediğim ama işime yarayacak, ilham alacağım işleri öğrenme şansı.
Hepsi işime yarayacak ya da hepsini yaparım gibi bir düşüncem yok elbette. Ama birinin/birilerinin kısaca bireylerin yapılmaz deneni yapıp değişimi başlatması beni etkiliyor. Liderlerin, şirketlerin, çevremizin her şeyden şikayet edip ortaya bir şey koymamasına veya hep fikrimiz olup eyleme geçmemeye öyle alışmışız ki “olmayacağına inandığımız” şeylerin yapılmış ve hayata geçmiş halini görünce heyecanlanmadan edemiyorum. Kişi ya da küçük toplulukların soruna el atıp eyleme geçmesi, devletlerin, koca kurumların ve sivil kurum örgütlerinin girmediği işlere girip ortaya harika işler çıkarması artık el atılırsa ve birlikte eyleme geçilirse her işin yapılacağını da kanıtladı bana.
Yürüyüş rotamızın son yerleri maden çıkartılan bölgeler ve kasabalar. Yıllarca gelirini bölgeden çıkartılan madenlerle sağlayıp düşen fiyatlarla rekabet edemeyince 1980’lerde kapatılan madenler.
Son görmeyi planladığımız yer ise dünyanın tüm iklimlerinde yetişen bitki ve ağaçlarının yetiştiği bir vaha; Eden Project, yani Cennet Projesi.
Deli bir grup adam ve kadının bir araya gelerek sıfırdan, hatta “eksiden” çelik konstrüksiyonlarla yarattığı ve camın kullanımı yasak olduğu için de yarı transparan bir malzemeyle kaplanmış dev bir böceği andıran (bana daha çok böcek gözlerini çağrıştırdı) çevre kompleksi veya dünyanın en büyük serası.
Sıfırdan değil eksiden yarattıkları dememin sebebi bu dev sera için seçtikleri yerin yüzeyden 60 metre derinlikte ve üstünde hiç toprak olmayan, yıllarca kil çıkarılan 50 hektarlık bir maden ocağının üstüne inşa edilmiş olması.
Aslında göstermek istedikleri şey “Bozduğumuz gibi onarabiliriz ve onarmazsak dünyanın her yerinde var olan bio çeşitlilik yok olacak ve başımıza çok daha kötü şeyler gelecek.”
Otuzlu yaşlarda plak yapımcısıyken iyi para kazanıp kendini emekli eden Tim Smith’in Londra’dan ayrılarak bölgeye yerleşmesiyle başlıyor hikaye. Bölgenin iklimi ve bahçeciliğin bölge için önemli olması bitki dünyasına ilgisini artırıyor. Etrafına bu konunun uzmanlarını da alarak 30’lu yaşlarında Kayıp Bahçe (Heligon) projesinin içinde buluyor kendini.
1990’ların başlarında dünyada çevre konuları, bio çeşitlilik çok da konuşulmazken ya da daha devletlerin ve kurumların ilgi alanına girmemişken Tim ve arkadaşları bu konuya dikkat çekmek için projeyi başlatıyorlar ve dünyanın en büyük bitki serası ortaya çıkıyor.
Tim ve iki bahçecilik uzmanı olan Phillip McMilan ve Peter Thoday tarafından geliştirilen proje 2.5 yıl süren inşaattan sonra 2001’de tamamlanıyor. Tüm dünyadan toplanmış 4000’e yakın bitki türünden oluşan yüz bine yakın farklı bitkiyi barındırıyor içinde.
Tim ve iki arkadaşının amacı dünya florasını ve bahçe bilimini, tarımı ve ormancılığı sergileyerek “yaşayan bir tiyatro” oluşturmakmış.
Serayı açıldığı ilk yıl iki milyon kişi ziyaret etmiş. Yılda bir milyona yakın ziyaretçisi var. Bahçesinde dev konserler yapılıyor yaz boyunca. Hatta G7 liderleri toplantı yeri için burayı seçmiş birkaç yıl önce.
Proje için 500 daimi lokal çalışanı var. Çalışanların %75 i daha önce işsiz olan kişilerden seçilmiş.
Yaşam hakkında yeni bir düşünce sunmayı ve belki de zamanla yok olacak bitki türlerini tek bir çatı altında yaşatmaya devam etmeyi hedefleyen bu proje ekoloji, bilim, sanat ve mimariyi çok başarılı şekilde birleştirmiş.
Ama daha önemlisi insanlığa bitki örtüsüne ve doğaya nasıl bağımlı olduğumuzu bir kez daha göstermek istiyor.
Bu dev küresel bahçeyi gezmek bir tam günümüzü aldı, eski kil maden ocağına inip önce yağmur ormanları bitki örtüsünün olduğu çelik konstrüksiyondan oluşan dev serayı rehber eşliğinde gezdik. Bu bahçede bu coğrafyada yetişmesi imkansız olan vanilya, kahve gibi yüzlerce bitki ve ağaç türünü inceledik. Doğa şartları ve ısı gerçek şartlarla bire bir uyumlanmış. İkinci dev serada ise Akdeniz, Amerika, Afrika bitki örtüsünde yetişen bitki ve ağaç çeşitlerini gezdik. Yüzlerce insan ve çocukla birlikte onlarca yıl alacak dünyanın en önemli bitkilerini bir gün boyunca inceleme, koklama, onlara dokunma şansımız oldu.
Çevre ve sürdürülebilirlik ile ilgili konuşan ve cılız projeler yapan kurum ve şirketlerin bir araya gelerek neler yapabileceğini gördüm. Yapılamaz diye yıllardır yapılmayan bir işin nasıl yapılacağını gördüm. Çok sayıda ülke benzer projeleri ülkelerinde yapmak için Eden Proje ekibi ile işbirliğine başlamış.
Bir sosyal girişimin ve üç kafadarın dünyayı nasıl değiştirdiğini gördüm. Bu güzellikleri çocuk yaşta ziyaret eden binlerce çocuğun doğaya bakışının nasıl farklılaşacağını düşündüm.
Dünyaya ve tüm canlıları (yeniden) “saygı, koruma ve onarma” düşüncesiyle tekrar yaşatabileceğimize ikna oldum. Umudum yeşerdi, çoğaldı.
Meraktan aldığı ilhamla bilimin sanat ve doğayla buluşmasını yaratan insanlara büyük saygı ve sevgi besledim. Orada çalışan her bir kişiye yaptıkları anlamlı iş için teşekkür ettim.
Kalacak yer için ağaç kesmediklerini, kalmak isteyenler için yarım saatlik yürüme mesafesinde çadır ve karavan alanları yarattıklarını deneyimledim. Bir gece geçirdiğimiz bu büyülü yerde tanımadığımız insanlarla birlikte çadırda yemek yemenin, ortak alanları birlikte kullanmanın neleri değiştireceğini yaşadım ve yeniden öğrendim.
Projenin yapımında hiç yeni malzeme kullanılmamış. Kullanılan tüm malzemeler geri dönüştürülmüş. Kendilerini eğitim yardım kurumu olarak tanımlamışlar. Çok önemli iş birlikleri var. Topladıkları yardımların tamamını eğitim programlarını desteklemeye harcıyorlar ve çok güzel bir eğitim binaları var. Eğitimin değişim için en önemli araç olduğunu savunuyorlar. Aklımdan tüm iş adamları ve politikacılar burada bir hafta zaman geçirip eğitim alsın diye geçirmedim değil.
Haftanın her günü dünyanın en büyük ülkelerinde seçimlerde yarışacak ve dünyayı yönetecek liderlerin bakış açısı ve konuşma kapasitelerini gördükten sonra umudumu hâlâ kaybetmemeye çalışıyorum. Eden Projesi gibi gerçek ve somut işler bu umudumu büyütmeme büyük katkı sağlıyor.
Bir gün ve gecemizi Eden Projesi’nde geçirdikten sonra gezi boyunca mekanlarında kaldığımız ve akşam yürüyüş sonrası taze biralarını içtiğimiz St. Austell bira fabrikasını ziyaret etmeden yürüyüşü sonlandırmak olmazdı. Elimizdeki valizleri istasyona yakın bir “müzeye” emanet edip yürüyerek bira fabrikasına ulaştık. Bağımsız kalmış sayılı bira fabrikalarından biri ve çok iyi biralar yapıyorlar.
Ama sanırım beni en çok etkileyen tarihlerini anlatırken söz ettikleri fabrika duvarlarına fabrikada en uzun çalışan insanların isimlerini yazıp yerleştirmiş olmalarıydı. 60 yıl, 50 yıl ve 40 yıl gibi çok uzun yıllar bira üreten çalışan isimleri ve özellikle bira ustalarının isimleri ve resimleri çalışana ve üretene duydukları saygının bir ifadesiydi.
Çalışan insanlarla konuştukça ve sohbet ettikçe fabrikanın ve markalarının neden bu kadar sevildiğini ve başarılı olduğunu anladım. Mutlu çalışmak demek, en iyi işleri üretmek ve saygı yaratmak demek. Daha sonra kasabada yürürken kasabada hemen herkesin; ya kendisinin ya da bir yakınının bu bira fabrikasında çalıştığını öğrendik.
Bazen bir fabrika kasabayı, bazen bir proje dünyayı değiştirebiliyor. Eyleme geçecek ve adımlar atacak insanlara ihtiyaç çok. Ve etrafımız onlarla dolu.