Ben hep geleceği merak ettim. Geleceğin kapısını aralayan o bilinmez dünyayı… Bizi bekleyen güzel ve heyecan dolu keşifleri… Acaba hangi yeni meslekleri seçeceğiz, hangi hastalıklara çare bulunacak, başka gezegenlere ne zaman seyahat ederiz, oradan arkadaşlarımız olur mu? Uzay, teknoloji, bilim… Hayalimiz hep daha iyisi, daha dostçası ve daha anlamlısıydı.
Gelişim insanın doğasında vardı. Her şey daha iyi olsun diye çalışırdık. Öyle değil miydi? Bu keşifler ve değişimler savaşları bitirir, iyilikleri büyütür, eşitlik ve adaleti dünyanın her yerine ulaştırır diye hayal ederdik.
En çok bilim kurgu filmlerini severdim. Başka gezegenlerden gelip dünyayı ele geçirmek isteyen ya da dünyadan kalkıp başka gezegenleri keşfe çıkan Uzay Yolu’ndaki Atılgan ve mürettebatı mesela… Her birinin adını ezbere bilirdik. Seyir defterlerine kaydettikleri her anı heyecanla izlerdik. Çoğunu anlamadığımız fantastik kitaplar okurduk. “Yok artık, bu da olmaz artık,” dediğimiz hikayeleri büyük bir heyecanla birbirimize anlatırdık. Geçmiş geçmişti, bilinendi; gelecek ise yeni ve sürprizlerle doluydu. İnsan, her yaptığının daha iyisini, daha faydalısını yapmak için vardı ve bunun için yaşardı. Ve ben bir gün geçmişi arayacağımı hiç hayal etmemiştim.
Birbirimize karşı sorumluluklarımızı yerine getirmiyoruz
Çocuklarım benim çocukluğumdaki gibi sokakta oynasa… Komşulara akşam televizyon seyretmeye gitse… Yan komşunun kızından matematik öğrense… Okula yürüyerek ve arkadaşlarıyla gitse… Eve gelene kadar aklımız onlarda hiç kalmasa… Kitap almak için otobüslere binip Cağaloğlu’ndaki kitapçılara gitse… Dönüşte hep birlikte vapura binip evlere sağ salim dağılsalar…
Bu kadar zor mu? Ne oldu bize? Her şeyin daha iyisini yapmak için tüm şartlar ve teknoloji varken neden yapmaktan vazgeçiyoruz? Birbirimize karşı sorumluluklarımızı yerine getirmiyoruz. Hep biz kazanmak istiyoruz.
Başkasının başına gelenleri hiç düşünmeden yaşamayı ne zaman ve kimden öğrendik?
Hepimizin değerleri vardı; onlarla övünür ve gurur duyardık. Yalan söylememek , birbirimize kötü davranmamak bizim önemli ve en basit değerlerimiz değil miydi? Evde, işte, okulda, her yerde karşılaştığımız herkese böyle yaklaşmaz mıydık?
Bugün daha çok kazanmak, daha iyi yaşamak, daha uzun hayatta kalmak için başkalarına ne olduğunu merak bile etmiyoruz. Sanırım en çok kıskandığım, yurt dışında çalışırken ya da gezilerimde gördüğüm ve bizde olmasını hayal ettiğim durumlar oluyor. İleriye bakıp onlar için çalışan kurumları, şirketleri, insanları kıskanıyorum. Bizde ne zaman olur? Ben görür müyüm? Nasıl bu seviyeye geliriz diye düşünüp duruyorum.
Zaman daha hızlı geçsin ve görebilecek, yaşayabileceklerimin en çoğunu yaşayayım diye hayal ederken artık saatleri geri almak istiyorum. Zaman geçtikçe iyiye gitmesi gerekenler eskisinden bile geriye gitmeye başladı. “Olmaz artık,” denilen her şey oluyor ve durmuyor. Elbette vazgeçmek yok. Yapmam gerekenleri biliyor ve daha iyisini yapmak için kolları sıvıyorum.
Sürüngen beynim bana ne diyor?
Bireysel amaçlarım ve hedeflerim beni nereye kadar taşır bilmiyorum. Sürüngen beynim, aynı ilk çağdaki atalarım gibi, en ufak bir çalı hışırtısında “Kaç!” diyor, tehlike var. Oysa ne dinozorlar kaldı ne de kabile savaşları… Üstelik kendimizi koruyabileceğimiz evlerimiz, barınaklarımız, kanunlarımız, anayasalarımız ve haklarımız var.
Korkmaya gerek var mı? Yüzyıl öncesinde insanları yerle bir eden salgınlardan, doğa olaylarından, afetlerden çoktan kurtulmadık mı? Tedbirler ve çareler bulunmadı mı? Teknoloji ve bilim en iyi noktalara gelmedi mi? Neden hâlâ binlerce yıllık sürüngen beynim beni sürekli rahatsız ediyor? “Hazır ol, her köşeden bir tehlike çıkabilir,” diyor. Evde otururken koltuğun üstüne araba çıkabilir… Yolda yürüyüş yaparken kafana buzdolabı düşebilir… İşte bir toplantıda soğutmadan çıkan gaz sana zarar verebilir…
Biz insanlar dünyaya hiç durmadan zarar vermeye devam ediyoruz. Dünyayı ve iyiliği yok eden beyin fırtınaları her evde, her işte, her saat yapılmaya devam ediyor. Güvensiz, sorumsuz, adil olmayan, sadece kendini düşünen, popülist, ünlü olmak için herşeyi yapan, yalan söyleyen, kötülükten beslenen, çıkarcı, dinlemeyen cahillerle etrafımız çevrildi. Çocukken başka ülkelerde mektuplaştığımız, “pen friend” adını verdiğimiz mektup arkadaşlarımız vardı. Her mektup geldiğinde heyecandan kalbimiz çarpar, içimiz kıpır kıpır olurdu.
Acaba birbirimizi görebilir miyiz? Tanışma şansımız olur mu? diye aklımızdan geçirirdik. Telefondan görüntülü konuşma veya Zoom’dan bağlanmanın hayali bile kafamızda canlanmadan.Mektup arkadaşlarımı ve birbirimize tüm doğallığıyla ve safça yazdığımız satırları bile özlüyorum.
İşimiz var, işimiz çok. Düşünmemiz ve çok çalışmamız lazım. Çok!