“Bana problem getirme” diyen yöneticilerle çalışmak kolay değildir. Ben “Problem getir ama çözümünü de düşünmüş olarak gel” diyen ekolden geliyorum. Problem sevmeyenlerle kolay çalışamam.
Geçmiş dönemlerde Rusya’da işimizde büyük bir problem yaşıyoruz. Bu tip durumlarda kurallar gereği acil olarak üstümüzü bilgilendirmemiz gerekiyor.
Yanıma konuyla ilgili arkadaşımı da aldım ve sıcak bir iklimden güzel ülkemize güzel şirketimi yönetmeye gelmiş CEO’ma konuyu aktarmak için, Moskova’nın soğuğundan sıcak ülkemize uçtuk.
Biz konuyu yani problemi aktardıktan sonra ilk cümlesi beyaz bir suratla şu oldu: “Bana bunlarla gelmeyin, dinlemek istemiyorum.”
Benim cevabım ise şu oldu: “Sakin olalım ve şimdi bizi dinle, önerilerimizi de anlatacağız.”
İşi anlattık ve adım adım kendimiz çözdük. Zor zamanlarda ortaya çıkan ilham perileri ve imkansız yaratıcılıklar devreye girmiş ve tekrar uyku düzenimize geri dönmüş olduk.
Problemden kaçan ve korkanlar bu işlere girmesin. Risk yoksa ödül de yok. Bakın, başarıdan bahsetmiyorum. İşleri yürütmek ve yönetmek gibi bir sorumluluğumuz varsa, çözerek ilerleyeceğiz.
Hayatımızın her anında ve alanında kararlar vermek zorunda kalıyoruz. Bazıları tekrarlanan ve cevabını daha kolay verdiğimiz kararlar alırken bazıları ise ilk defa karşılaştığımız ağır ve zor kararlar oluyor.
Zor kararları verdikçe büyüyen problemlere yaklaşımınız ve probleme ve meseleye bakışınız da değişiyor. Sorun gibi bakmak yerine çözülmesi gereken bir konu gibi görmeye başlıyorsunuz.
Geçmişte büyüklerimiz mahallede uzun yaşayan ve olan biteni dert etmeyenleri “kaygısız” diye tarif ederlerdi. Hatta 90’lı yıllarda Kaygısızlar diye bir komedi dizisi ortalığı kasıp kavurmuştu. Benim hatırladığım, geçmişte “kaygısız” sıfatı ile anılan insan sayısı ‘kaygılı” insan sayısına göre daha fazlaydı.
Bence günümüzün en büyük sorunlarının başında yalnızlık ve kendini tek hissetme hali var. Bunun yarattığı kaygı, endişe ve korku bize bildiklerimizi ve yapabileceklerimizi unutturup kara deliklere götürüyor.
Beni endişelerden ve kaygılardan uzaklaştıran şey hem ellerimi hem de zihnimi sürekli eylemde tutmak oldu. Bunu da içinde olduğum topluluklar ve etrafımdaki dostlarım sayesinde yapabildim.
Bu hafta daha çok bildiğim ve tanıdığım insanlar yerine yine farklı insanlarla ve topluluklarla zaman geçirdiğim işler yaptım. Bazen kendimi beslemek için yeni alanları dinlemeye, bazen de bizim çözmek istediğimiz mesele olan 45+’ların üçüncü çeyreğe nasıl hazırlanmaları gerektiği konusunu anlatmak için buluşmalara gidiyoruz.
Bu yazıyı da İstanbul-Ankara treniyle bir konuşmaya giderken, yolda yazıyorum. Her buluşmada yeni tanıştığım insanların, sadece kurumlara, işlerine, çevrelerine değil, kendilerine olan güvenlerini kaybettiklerini görmeye ve duymaya başladım.
Şahane deneyimleri, tecrübeleri ve birikimleri yokmuş gibi konuştuklarını duyuyorum. O yüzden çocuklarımızla, eşlerimizle, abi ve ablalarımızla, komşularımızla, iş arkadaşlarımızla, hatta metrobüs ve Marmaray’da karşılaşıp tanıştıklarımızla konuşup neler yapabileceklerini anlatalım, hatırlatalım.
Onlara güç ve cesaret verelim, ilham olalım. “Yapacak ne kadar çok şey var ve bunlardan birini yapsan; kaç çocuğun, kaç kadının, kaç çiçeğin, kaç böceğin, kaç insanın, kaç köpeğin hayatı değişir” diyelim.
Ama önce değişeceğine ve değiştireceğimize biz inanalım.
Samimi olarak ben ne düşünüyorum, biliyor musunuz?
Tüm kalbimle değişime inanıyorum.
Dünyada, çevremde, mahallemde, kapımın önünde, metroda, yolda, kaldırımda olan biten ve asla anlamadığım, hâlâ “Bu nasıl olur” demekten kendimi alıkoyamadığım olaylardan uzak durmanın yolunu böyle buldum.
Tek bir işe ya da konuya değil birden fazla derde çözüm üretmeye çalışmak, hepsinin illa öznesi olacağım diye değil bazen de başkalarının hayallerine destek olmak, iyiye olan inancımı, hayallerimi ve umudumu büyütüyor.
Sadece işe gitmek ve işe odaklanmak görmemek ve unutmak için yeterli olmuyor. Kulaklarımızı ve gözlerimizi kapatmak yerini kafamızı iyi işlere yormak iyi geliyor.
Evet, Daron Hoca’nın dediklerini de duyuyorum; dünyamızın başında bundan 20-30 yıl öncesine hem benzer hem de çok farklı sorunlar var.
Ama hepimiz bu meselelerin ucundan tuttuğumuzda bir şeyleri değiştirebileceğimizi de unutmayalım. Unutursak endişe, kaygı ve korku büyüyor ve etrafımızı sarıyor.
“Benim gibi düşünen” ve eylemde olan insanlarla iş dışında bir araya gelmek ve üretmek bana ve tanıdığım dostlara iyi geliyor.
Değişmesi için çabalıyorum, konuşuyorum, her çağrıldığım yerde olmaya çalışıyorum, gitmişken yeni insanlarla tanışmak ve konuşmak, onları dinlemek için kalıyorum. Cebime on yeni harika insan ismi ve e-postası atmadan çıkmıyorum.
Ne yaptığını, ne aradığını, neyi değiştirmek istediğini ‘iyi’ dinleyip “Nasıl yardımcı olurum” sorusunu bırakıp ayrılıyorum.
Kafamda tanıştığım yeni insanları ve onların cevaplarını kafamda “bir yer”e kaydediyorum. Her tanıştığımla sürekli ya da ayda bir görüşmemize gerek yok.
Başka biriyle tanıştırmam gerektiğinde ya da çözülmesi gereken bir konu gördüğümde hafızamdan o isimleri tarayıp ya arıyorum ya da mesaj atıyorum.
“Seni tanıştırmak istediğim biri var; şu konularda çalışıyor. Tanışsanız ikiniz birbirinizin işini ve fikrini büyütürsünüz” diyorum. Genelde olumsuz bir cevapla ya da kötü bir eşleşme ile karşılaşmıyorum, model çalışıyor.
Beni iyi tanıyan birinin benimle tanıştırdığı insanlar genelde benim kafamda insanlar oluyor. Karavanayla neredeyse hiç karşılaşmadım.
Benim kendimdeki kaygıyı azaltma yöntemim problemden ve kaygıdan kaçmak yerine problem çözmeyi sevmek oldu. Neredeyse problem aramaya başladım. Boş ve olmayan problemlerden bahsetmiyorum elbette.
Çözülmesi gereken gerçek bir mesele ve halının altına süpürülmüş ya da ertelenmiş işlere el atmak oldu.
O problem ve meseleler çözülmedikçe ve ertelendikçe gördüm endişe ve kaygımın arttığını.
Kaygı duymak yerine eyleme geçip, çözüm için eylem planımızı yapıp ekiple birlikte çalışmak beni hep rahatlattı.
Her ele aldığım işi çözdüm mü? Ya da her meseleye en iyi çözümü buldum mu? Hayır.
Ama işe girişmek, problemi tanımlamak, küçük parçalara ayırmak ve insanlarla problemi konuşmaya başlamak bile büyük adımlar.
Dünyadaki en iyi takımlar ve basketçiler bile her maçı kazanamıyor. En iyi koçun ya da basketbolcunun kazandığı ya da iyi oynadığı maç oranı yüzde 50-60’mış. Bizim iş dünyasında bu rakamlara bile çıkamayız diye düşündüm.
Bu bilgileri bu hafta dinlediğim büyük fanı olduğum basketbolcu, şimdi ise girişim ekosisteminin önemli oyuncusu Sinan Güler’in konuşmasından arakladım. Harika bir konuşmacı, bu işi basketbolu kadar iyi oynuyor, çok etkilendim.
Problem çözmeyi ve meseleleri dert etmeyi sevelim.