“Bu enerjiyi nereden buluyorsun? Seni takip ederken zorlanıyorum” cümlesi son günlerde en sık duyduğum cümlelerden biri olmaya başladı. “Üstüne vazife olmayan işler”e girişen ve mesele ettiği şeyleri düzeltmek için eyleme geçenlerin ortak özelliği ve düşüncesi “Evet, bu değişmeli ve bunu birisi yapmalı, işte o kişi neden ben olmayayım?” oluyor, benim için de aynı.
Şikayet etmeye değil, olan bitenin parçası olmaya devam edeceğiz. Dünyada olma nedenlerimiz arasında yaşama, barınma, çalışma, öğrenme gibi birçok farklı neden olabilir. Hatta bunlar artık standart haline getirilmeye çalışılıp bize dayatılmaya, düşünmeye ve merak etmeye karşı setler kurulmuş da olabilir.
Sokağa çıktığımızda, haberleri okuduğumuzda, çevremize baktığımızda mesele etmemiz gereken o kadar çok iş ve konu var ki birine el atmadan devam ediyor olmak ve “Beni ilgilendirmez” demek, diyebilmek artık canımızı acıtmalı.
Kendimize bir amaç koymak ve onu hayata geçirmek için düşünmek, harekete geçmek ve değiştirmek için uğraşmaya başlamak, bu gezegende var oluş amaçlarımızın en tepesinde olmalı.
Eğer standart ve herkesinkine benzer ve katkısı az olan işler ve hayatlar yaşamak gibi bir niyetimiz yoksa icatlar çıkarmalı ve başkasının derdini dert etmeli ve “Sana mı kaldı” diye soranlara “Evet, bana kaldı” deyip kolları sıvamalıyız.
Bugün başkasının derdini dert etmezsek yarın bizim derdimizi kimse duymaz ve görmez.
Aynı olay büyük yapılar için de geçerli. Eğer dev şirketler, büyük aileler, kurumlar sadece kendilerine ve refah düzeylerine odaklanırsa etraflarında olan biteni görmezden gelip hatta kötüleşmesine destek olurlarsa meselenin çözümü daha da zorlaşacak ve yakın bir gelecekte belki de daha büyüğüyle uğraşmak zorunda kalacaklardır.
Peki ya kurumlar?
Kurumlar için de aynı; büyüklük sadece en çok vergi ödeyen listesine girerek, en çok kâr payı dağıtarak, en hızlı büyüyerek ya da en çok çalışan sayısı ile ölçülmüyor. Bana göre “üstüne vazife olmayan iyi işleri” yapan kurum, marka ve liderlerin devri çoktan geldi.
Üst düzey yöneticileri ilk dinlediğinizde ilk cümlelerine dikkat edin. Sadece kaç kişiyi yönettiğinden, bu sene yaptığı yatırımlardan, en son aldığı eğitimlerden veya işin başına geçtikten sonra şirketin büyüme hızından bahsediyorsa bir nefes alın ve düşünün. “İş tanımı dışında olan ve senin gönüllü yaptığın veya şirket olarak para kazanmadığın ne işler yaptınız” diye sorun.
Asıl burada aldığınız cevaplar yöneticileri ve şirketleri değerlemenize ve hangi ligde olduğunu kafanızda oturtmanıza yarayacaktır.
Eğer o yöneticiler paydaşlardan sadece para beklentisinde olan ortakları mutlu etmek için çalışıyorsa, yönetim kurulları için günlerce önceden hazırlık yapıp konuşmasını saatlerce prova ediyorsa ama üniversitelere gidip gelecekte birlikte çalışacağı gençlere vakit ayırmıyorsa ya da onlara anlatacak bir hikayesi veya zamanı yoksa o gidiş gidiş değildir.
Banka yöneticisi bu sene ne kadar kâr ettiğini anlatmak yerine bu sene şehrin en iyi caz festivalini yaptığından bahsediyorsa ya da başka bir banka yöneticisi kaç milyon müşterisi olduğunu anlatmak yerine iki yeni müze açmakla gururlanıyorsa o zaman işler o şirkette doğru gidiyordur.
İşte o zaman o şirket yetenek çekme ve tutma konusunda daha az sıkıntı çekecektir. Çalışanların ve müşteri mutluluğu göstergeleri daha iyi yerlere gelecektir.
Para yatırmak için ne en büyük bankayı ne de en çok kâr yapan bankayı tercih ediyoruz. Kalbimize ve hayatımıza dokunan ve etki yaratan işler yapan markalar, insanlar ve kurumlar artık tercihimiz oluyor.
Her kurumun ve şirketin insan hayatı gibi dönüm noktaları oluyor ve her kurum sadece ürettiği markalarla ve listede kaçıncı sırada olduğu ile değer kazanmıyor.
Dönüm noktaları
Bu bazen bir halka açılma, bazen de yurt dışında bir yatırım hikayesi olabiliyor. Bazen bankalara borcunuzun bittiği ve özgürlüğünüzü ilan ettiğiniz gün ya da çok büyük bir ödül veya başarı kazanıp, birlikte kutladığınız bir gün.
İşe ilk girdiğim 90’lı yıllarda her yıl bahar ayının bir günü tüm çalışanlar Merter’de bahçede toplanır ve genel müdürümüzle birlikte banka borçlarını ödeyip özgürlüğümüzü kazandığımız günü “bağımsızlık günü” olarak kutlardık. Büyük bir mutluluk ve gururla.
O zor günleri yaşayanlardan, bankanın tüm para ve mallara el koymasına karşı verilen ortak mücadeleyi dinlerdik. Kasaların gece dışarıda bir yere taşındığını, maaş almadan çalışan işçi ve sürücülerle satışların nasıl devam ettiğini, borçların ödendiğini anlatırlardı. Belki de o dönemin genel müdürleri bu yüzden banka kökenliydi.
Efes’te de benim dışarıdan izlediğim veya parçası olduğum “sana mı kaldı” işleri hep oldu. Ekip sadece işini iyi yapmakla kalmıyor, “Evet, bu işler de benim işim” diyen liderlerden oluşuyordu. İşte o zaman işe keyifle gidip geliyorsunuz. Biz Efes’te şanslı bir ekiptik. 1990’da işe girdiğimde yol bizim için çizilmişti. Yeniden keşfetmeye çalışarak veya denemelerle vakit kaybetmedik.
Tekstil sektörünün dünyaya üretim yaptığı ve o yılın moda renklerini ofis camından akan dereden izlediğimiz Merter’deki dört katlı apartmandan bozma binamızda film yönetmenleri ve tiyatro kurucuları CEO’muzla sohbet etmek için en üst kata gelirdi.
Akşam mesai sonrası Beyoğlu’na bu yönetmen ve tiyatroların galalarına gider, bira kuleleri kurar, gelen misafirlere soğuk ve taze bira ikram ederdik.
Yıllar önce, onlu yaşlarımda Rumeli Hisarı’nda seyrettiğim ilk konser daha sonra çalışacağım markanın sponsorluğundaydı. Evet, her yaz akşamı Rumeli Hisarı’nda konserler ve oyunlar oynanırdı.
Yine Harbiye Açık Hava’da seyrettiğim ve babamın dükkanı kapatmasını bekleyip gittiğimiz Afrikalı kadınların danslarını izlediğim gösteri dünyanın kafamda yarattığımdan çok daha büyük olduğunu idrak ettiğim an olarak kayıtlarıma geçti. Ve yine gösteri posterinde gelecekteki markamın logosu vardı.
İşe girdikten kısa bir süre sonra Çanakkale’deki Assos ve Gülpınar kazılarına şirket destek olmuş ve koca bir ekiple Assos’a, kazıyı yöneten arkeologlarla tanışmaya gidilmişti.
Bir otobüs dolusu insanla kazı yerleri gezilmiş, kazıyı yapan hocalardan tarihi dinlemiş ve denizin üzerine kurulan bir sahnede tiyatro oyunu seyretmiştik, büyülenmiş şekilde.
Dünya bilardo şampiyonasını İstanbul’da yapılmış ve Hilton’dan tüm dünya canlı izlemişti.
Daha çok genciz ve büyüyen bir yapının içinde ne kadar çok şey öğreniriz ve üstüne ne ekleriz diye koşuşturuyoruz. Her sabah 8, her akşam gece 12-1 durmadan koşturuyoruz ama yorulmuyoruz.
Belki de enerjimin kaynağı o günlerde yaratmaya ant içtiğimiz güzel işlerden geliyor. Mümkün olduğunu ve değişebileceğini yaşadık ve biliyoruz.
Efes Blues Festival, İstanbul Kültür Sanat Vakfı ile İstanbul Film Festivali’nde en iyi ilk Türk filmi yönetmenine ödüller, Yenikapı Gülhane Parkı’nda bira festivali, sinema ve tiyatrolara iletişim destekleri 90’lı yılların ilk aklıma gelenleri. Ve sayamadığım onlarcası.
Ara Güler’le fotoğraf çekimi
Her sene yılbaşında marka için çekilen takvimimizi bir sene usta fotoğrafçımız Ara Güler çekmişti. Efes’in ihracat yaptığı 12 ülke ve şehir seçilerek onların şehir merkezlerinde insanlar ellerinde bira bardaklarıyla görüntülenmişti. Moskova, Berlin, Londra pub’larında mutlu insan suratları aklımda kalmış.
Yine 35. yıl için hazırlanan takvim yapraklarında markanın spora, sanata, kültüre ve insana verdiği değeri anlatan görüntüler bir ressam tarafından resmedilmişti. Şahane işlerdi.
Her yıl, o yıllarda tüm şirketlerin üretip dağıttığı bir takvim için ajansa brief verilir ve farklı alternatifler tartışılırdı.
Sonra da yüzyılın fotoğrafçısı Ara Güler veya farklı sanatçılarla takvim üretimine yılın ortasında başlanırdı. Ne ihtimam, ne detay ve yaptığın işe saygı.
Yapılan her işin bir inceliği ve sanat dokunuşu vardı.
Basketbola ve spora yapılan yatırımdan bahsetmiyorum bile. Şirket kuruluşunun üzerinden yedi yıl geçmeden kurulmuş bir basket takımı, yıl 1976.
Basketbol antrenman sahası yıllarca üretim yaptığımız fabrikamızın bahçesindeydi. Basketçiler her gün fabrikaya gelir ve antrenman yapardı.
Antrenman sahasının önünde basketçiler ve basket okullarındaki öğrenciler için hizmet veren büfe İstanbul’daki en iyi sosisliyi yapardı. Bazen yemekhaneye gitmek yerine sosislilerimizi önündeki banklarda açık havada yerdik.
İlk yıllarda maçlarda seyircimiz çok olmazdı, bugünkü gibi her maçta biletlerin tamamı satılmazdı. Şirketin bahçesinden kalkan otobüslerle işçiler ve memurlar kol kola iş kıyafetlerimizle Abdi İpekçi’de yerimizi alırdık.
İşle ilgili yaptığımız en önemli yatırımlardan biri de daha kuruluş yıllarında Almanya’dan bir tarım profesörü getirip Türkiye’de biranın hammaddelerinden olan şerbetçiotu ve arpanın ülkemizde nerede ve hangi topraklarda yetiştirileceğini aylarca mühendislerle tespit etmek olmuş.
Üretim için kullanılan hammaddenin daha kaliteli ve verimli yetişmesi için çiftçilerle ve üniversitelerle yeni arpa türlerinin geliştirilmesi için büyük çaba harcanmış. Onlarca şirket adına kayıtlı, tescilli arpamız vardı. Efes 1’den başlayıp bulan Ar-Ge mühendislerinin isimlerine kadar kaydettirilmişti.
50. yıl
İşte bu yüzden, çok keyifle hazırlandığımız 50. yıl kutlamalarında aklıma ilk bunlar geldi. Kaç litre satış, pazar payı, vergi öncesi kâr, ortaklara dağıtılan kâr payı veya yönetime dağıtılan prim değil.
Dedim ki, bu iş için çok para harcamayalım. Stok görsellerden bir film hazırlandı ve ben ilk izleyince “Tamam işte bu” dedim. İki dakikalık film boyunca bir kere kurucuları ve biz yöneticileri göstermiyor, bir kere fabrika görseli kullanılmamış, tek bir ciro ya da kâr payı grafiği yok, “Şunları yaptık, bunları ettik” gibi hikayeler sıfır.
Benim de içinde 30 yılına şahit olduğum ve 50 yılımızı en iyi anlatan görsellerle bir film çıkmış ortaya. Maliyeti yok denecek kadar az.
Sapsarı arpa tarlalarında başlayan film çiftçilerimizin görselleriyle devam ediyor, basket maçlarında seyircilerin coşkulu bağrışlarından görseller alıp sokaktaki insanların muhabbetlerine konuk oluyor. Açık havada binlerce festival izleyicisinin yanından geçip başka bir sanat alanında filmi bitiriyor. Özetle dediği şu:
‘Sen bir içecek markasısın. Çiftçi Necati’den, akıllı tarımdan sana ne! Toprağın geleceği sana mı kaldı? Turizme destek sana mı kaldı? Lavanta kokulu köyden sana ne! Genç girişimcilere yol açmak senin işin mi? Kültürden, tiyatrodan, sinemadan sana ne! Türkiye’de milyonlara basketbolu sevdirmek sana mı kaldı? Ve soruyorlar: “Niye destek oluyorsun tüm bunlara?”
Arkadan gelen “Hayata, yaşama değer katmak, köklerimizde var. Bu toprakların insanı, gençlik ve spor gelişiyorsa, Türk sineması, tiyatrosu dünyada söz sahibi oluyorsa, Biz o zaman rahat ederiz” cevabıyla bitiyor film.
Ve galiba “31 yıl nasıl ve neden aynı şirkette çalıştın?” sorularını da kendime cevaplamış oldum. Biraz da işimi ve yaptıklarımızı överek.
Bize yol açan, güvenen ve yetiştiren güzel insanlara ve bugün güzel işler yapmaya devam edenlere de buradan kocaman bir selam olsun.
Ama iyi işler böyle büyür, böyle hatırlanır ve ilham olur, bilirim. İyi işleri büyütmeye ve ilham olmaya devam.