Yürüyüş devam ediyor, kafaları boşaltmaya ve oksijen depolamaya devam. Uzun zaman göremeyeceğimiz güzellikte çiçekler, böcekler ve doğal güzellikler ile boşalan bölümleri ben hızla dolduruyorum. Bu renkler, bu kokular ve sesler yenilenme ve tekrar başlama için güç ve motivasyon sağlıyor. Dönüşte yeni şeyler öğrenmiş olarak ve tekrar başlamak için kendimi daha hazır hissedeceğim.
Günün büyük kısmı yürüyüş ve rotalarını takip etmekle geçince akşamları ne yiyeceğimizi düşünmek ve günün maçlarını değerlendirmekten başka konuya vakit kalmıyor.
İngiltere’nin en batı noktasından devam ederek bol dalgalı ve bol sörf yapılan güzel, dalgalı sahillerine ulaştık. Her gördüğümüz manzara karşısında durup izleme gereği hissediyoruz. Bol bol fotoğraf çekiyoruz. Yol boyunca çoğu zaman mola verecek yer olmadığı için termoslarımızdaki çay veya kahve ile birlikte sandviçlerimizi yiyoruz.
Dün tüm ekip olarak yürüyüş rekorlarımızı kırdık. Akşam yorgunluktan eve nasıl ulaştığımızı hatırlamıyoruz bile. Molalarla birlikte sekiz saatlik bir yürüyüşle 45 bin adıma ulaştık ve 30 kilometrenin ilk defa üstüne çıktık. Dün geçtiğimiz bölgeler 1980’lere kadar bakır ve demir madeni çıkarılan maden ocakları bölgesiydi. Yürüyüş boyunca onlarca maden ocağı ve binası gördük. Bölgenin emekçi madencileri yıllarca deniz seviyesinin 500 metre altına inerek maden aramış. Tüm dünyaya maden yollamışlar, hatta dünyanın başka ülkelerine madencilik yapmaya, çalışmaya gitmişler.
Bölgenin bu eski geleneklerini korumak için ulusal sivil toplum örgütleri eski maden ocağı binalarını koruma altına alarak bölgeyi turistik gezi alanına çevirmiş. Bölgenin insanları da gelen turistleri evlerinde ağırlayarak gelir yaratıyor. Biz de üç odalı bir evde ağırlandık. Ev sahibemiz bizi akşam ve kahvaltıda lezzetli yerel yemeklerle ağırladı. Evde kalmanın avantajı bölge insanı ile daha iyi sohbet etmek ve okuyarak alamayacağın bilgileri onlardan almak oluyor. Normalde her gün kasaba ya da köy değiştikçe kaldığımız yer de değişiyor.
Akşam uzun yürüyüşten sonra bölgenin kalbi ve en hareketli merkezi St. Ives’a geldik. Daracık küçük sokakları, taştan yapılmış küçük evleri ve koca bir limanı var. Limanın etrafında ise yemek içmek için kafeler ve barlar bulunuyor.
İkinci Dünya Savaşı’nda eşi ve üç çocuğuyla Londra’dan kaçarak St. Ives’a yerleşen Barbara ve eşi, diğer sanatçılarla beraber bölgenin sanat merkezi olarak anılmasını sağlayanlardan. Bugün bile sokak aralarını gezmeye çıktığınızda yeme-içme mekanından daha çok, sanat galerisi ve sanatçı stüdyosuna rastlıyorsunuz.
Barbara Hepworth İngiltere’nin en önemli soyut heykeltıraşlarından, üstelik bunu 1950’lerde başarmış bir kadın sanatçı. Evi ve atölyesi 1976’da müze olarak bu küçük kasabada açılmış, 1980 yılında ise meşhur Tate Müzesi tarafından işletilmeye başlanmış. Barbara sadece üretmekle kalmamış, bölgenin ilk müzik ve sanat festivalinin yapılmasına da öncülük etmiş. Kasabanın bir sanat merkezi olmasında Barbara ve arkadaşlarının büyük payı olmuş. Barbara’nın heykelleri bugün de bu kasabada, Londra ve New York’ta görülebiliyor.
Bu kadar küçük bir kasabada, bu kadar önemli sanatçının olması, İngiltere’nin ve dünyanın en önemli modern sanat müzelerinden olan Tate’i de burada 1993 yılında bir müze açmaya kadar itmiş. Başlangıçta yılda 50 bin ziyaretçinin gelmesi planlanan müzeye, ilk yıl 120 bin ziyaretçi gelmiş.
Son yıllarda ise yılda 240 binin üstünde ziyaretçiyle beklenmedik bir başarı yakalamış. Müzede bölgedeki tüm artistlerin işlerinin yanı sıra tüm dünyadan ünlü sanatçıların işleri de bulunuyor. Sanatçımız ressam Fahrelnissa Zeid’in güzel bir işine rastlamak bana çok keyif verdi.
Barbara ve çok sayıda artist bu bölgede o kadar iyi işler üretmiş ki, ülkenin modern ve soyut sanat akımları bu bölgeden çıkmaya ve yayılmaya başlamış. Bugün de 80 sanatçının bağlı olduğu ve 1927’lerden beri çalışmalarını sürdüren St Ives Sanatçılar Topluluğu faaliyetlerini sürdürüyor.
Bu bölgedeki kıyı şeridi, yaratıcı keşifler için büyüleyici. Kara, okyanus ve gökyüzü arasındaki sürekli değişen sınır, sanatçılara yıllardır ilham vermeye devam ediyor.
Yürüyüş yaparken sadece doğa gezisi ve doğada göreceklerimize ek olarak, Minack Tiyatrosu ve Tate St. Ives gibi bonusları eklemeye dikkat ediyoruz. Geçen yıllarda Dubrovnik şehri Hırvatistan yürüyüşümüzün bonusu olmuştu.
Genelde burada insanlar yürüyüşü günlük veya hafta sonu rutini haline getirmiş. Neredeyse her 100 metrede bir, tek başına ve ya iki kişilik ekiplerle karşılaşıyorsunuz. Yanında köpek gezdirenleri görünce onların lokal halktan olduğunu anlıyorsunuz.
Yürümenin yaşı olmadığını bir kez daha gördük, seksenlerine yaklaşan bir İtalyan çifti ile aynı pansiyonda kaldık. Bizim yaptığımız rotayı tersten yapıyorlardı, bizim ertesi gün gideceğimiz rotayı sorunca, “Çok uzun çok, bitmek bilmedi” dediler. Ama ertesi sabah yine yürüyüş botlarını giyip ve sopalarını ellerine alıp bizden önce yollara düştüler.
Hep olduğu gibi yürüyüşte de yürüyüşe kiminle veya kimlerle gittiğiniz çok önemli. Biz yıllardır dört kişilik bir ekip olarak yürüyoruz. Ben, eşim ve çok uzun zamandır tanıdığımız İngiliz çift arkadaşlarımız. Özellikle birlikte yürüdüğünüz arkadaşlarınızla iyi anlaşmanız çok önemli. Birbirinizin eksikliklerini tamamlamanız da öyle. Yürüyüşlerde egonuzu sıfırlamanız gerekiyor. Özellikle benim gibi yürürken değil ama okurken tembellik yapıyorsanız, ekip arkadaşlarınızın detaycı ve okuma ve inceleme açısından çalışkan olması çok işe yarıyor.
Ekipteki herkesin yapıcı ve pozitif davranması tüm süreci olumlu etkiliyor. Her şeyde olduğu gibi yürüyüşte de bir takım oyunu, amacı ve işlerin baştan tanımlı olması önemli.
Yaz başları kendini yenilemek ve eğitimler almak, yeni beceriler geliştirmek için en iyi zamanlar. Ya da yeni rotalar belirleyip yürümek, hepimizi yeni ve heyecanlı başlangıçlara daha hazır hale getiriyor.
Sıfırlanmaya ve yeniden başlamaya bugünlerde daha çok ihtiyaç duyuyorum. Bildiklerimi az bulup, “Üstüne neler ekleyebilirim”in peşindeyim. Yeni öğrendiklerimle daha cesur ve daha büyük adımlar atmaya hazırım. Yürüyüşte sona yaklaşıyoruz, bakalım daha neler görüp nelere şaşıracağız?