Farklılıkların zenginliğinden faydalanmak, hem iş imkânı yaratıp hem de diğer paydaşlar için yapılması gerekeni yapmak, eşit ve adil paylaşım fikirlerini duymak, beraber yaşamanın yollarını bulmak zorundayız.

Oxford Sözlüğü her yıl Aralık ayının başında yılın kelimesini açıklıyor. 2024’ün kelimesi “brain rot” olarak açıklandı ve Türkçeye “beyin çürümesi” olarak çevirebiliriz. Altı Oxford dil uzmanı bu yılın altı favori kelimesini belirledikten sonra üç hafta süreyle halk oylamasına açmış ve 37 bin oyla değerlendirme yaparak yılın Oxford kelimesini açıklamışlar.

Ben nereden mi biliyorum? Bu hafta katıldığım bir podcastte duydum. Oxford Sözlüğü “beyin çürümesi”ni yılın kelimesi olarak açıklamış. “Sizin için 2024 yılının kelimesi ne” sorusu gelince bir afalladım.

Benim cevabım yılın kelimesi “işbirliği” olurdu dedim. Özel sektörün üniversitelerle, kamunun sivil toplum örgütleriyle, yaratıcı endüstrinin tüm bu gruplarla daha yakından çalışmaya başlamasının ve bu yönde başlayan örnek işlerin beni heyecanlandırmaya devam ettiğini belirttim. Elbette daha yolun başındayız, elbette gidecek çok yol var ama çaba da var.

Beyin çürümesi nedir yahu? Dünyayı yok et, sınırları dağıt, değerlerimizi parçala; en son silahımız beynimiz kalmıştı, onu da çürümeye bırak. Sonra da “Yapay zeka gelirse başımıza neler gelecek” diye korku sal. Bu gidişle yapay zeka tehdit değil, hayatımızı kurtaracak bir çözüm olacak. Bizim beyinler çürümeye devam ederse, yapay zeka ile hayatımıza devam etmek zorunda kalabiliriz.

Beyin çürümesi kelimesinin kullanım oranı 2023’ten 2024’e tam yüzde 230 artmış!

Beyin çürümesi son zamanlarda sıkça karşımıza çıkan ve aslında dijital dünyadaki içerik tüketim alışkanlıklarımızı çok iyi özetleyen bir kavram. Özellikle sosyal medyada düşük kaliteli içeriklere fazla maruz kalmanın, zihinsel ve entelektüel kapasitemize zarar verdiğini düşünenler için tam bir ifade şekli olmuş. Hatta kelimenin kullanım oranı 2023’ten 2024’e tam yüzde 230 artmış!

Ama ilginç olan, terimin kökeni. İlk kez 1854’te Henry David Thoreau’nun Walden kitabında geçiyor. Thoreau sade bir hayat yaşarken toplumun karmaşık ve derin fikirlerden uzaklaşıp basit ve yüzeysel olanlara yönelmesini eleştiriyor. Şöyle diyor: “İngiltere patates çürümesini tedavi etmeye çalışırken, neden çok daha yaygın ve ölümcül olan beyin çürümesini tedavi etmeye çalışmıyor?”

Düşünsene, o dönem yazılmış bir eleştirinin bugünün sosyal medya dünyasına ne kadar uyduğunu görmek ne kadar çarpıcı! Sürekli kısa, yüzeysel ve kolay tüketilen içeriklerle zihnimizi doldurmak belki de tam da Thoreau’nun bahsettiği “beyin çürümesi.” Belki bu noktada durup tükettiğimiz şeylere bir kez daha bakmak gerek, ne dersin?

Üzerinde son dönemde sıkça düşündüğüm ve “Kendimi boş insan ve sosyal medya içeriklerinden nasıl koruyabilirim” diye harekete geçtiğim bir durum. Ama maalesef bilgisayar ve cep telefonlarından uzak durmak mümkün değil. Beyin çürümesi için yapacaklarımız var elbette, ama ben daha çok yeni insanlarla tanışma, merak etmeye devam etme ve dinlemeye ağırlık vermeyi öne çıkaracağım.

Çok konuşuyoruz ve dinlemiyoruz.

Dinleyerek öğrenmekten ve ilişkiler kurmaktan vazgeçiyoruz.

Başımız sıkışınca cep telefonundan ve kaynağı belirsiz sitelerden cevabını öğrenip çıkıp üzerine konuşuyoruz.

Her sorunun cevabını biliyor gibi anlatıyor, karşımızdakinin bizden daha çok bilmesine tahammül edemiyoruz.

Başkalarının fikirlerini önemsemiyoruz, bilmemeyi kabul etmiyor, “bilmiyorum” demekten hoşlanmıyoruz. Yeni insanlarla, yeni fikirlerle karşılaşmak istemiyoruz.

Harekete geçmekten ve topluluklara girmekten uzak duruyoruz. Kendi içimizde ve bize benzeyenlerden oluşan küçük gruplar ve topluluklar kuruyoruz.

Dışarıdaki meseleleri ve olan biteni kendi derdimiz gibi görmüyoruz. Merak duygumuz azalırken öğrenmekten ve araştırmaktan uzaklaşıyoruz.

Bildiğimiz veya bildiğimizi sandığımız konularda fikrimizi söylemek için sorunun bitmesini beklemeden konuşmaya başlıyoruz.

En çok da yanlış anlamalarla karşılaşıyoruz. Çoğu zaman soruyu tam anlamadan kendi anladığımız veya bildiğimiz haliyle cevaplıyoruz.

İşte belki de bu yüzden çok okuyanlar ve araştıranlarla oturmak, konuşmak bize çok iyi gelmiyor.

Kurumsal hayatta bazı insanların soru cevaplarını zaman kaybı görerek dinlememeye başlamıştım. Ne anlatırsan anlat, istediğini almak için aynı soruları soranlar, anlamak için değil, ilgili olduğunu göstermek veya sadece soru sormak için soru soranlar; sorduğu sorunun cevabını dinlemeyenler ve daha sorunun bitmesini beklemeden cevaplayanlar sayesinde işe yaramayan ve eyleme geçirmeyen diyaloglardan uzaklaşmamı sağlamıştı.

Dilber Ay, Cüneyt Özdemir’e ne demişti?

 Son yıllarda yüzümü gülümseten videolardan biri 2011 yılında gazeteci Cüneyt Özdemir’in 5N1K programına konuk ettiği sanatçı Dilber Ay arasında geçen unutulmaz diyalog oldu. İzlemediyseniz videoyu mutlaka izleyin derim.

İşte usta gazeteci Cüneyt Özdemir’in Dilber Ay’a sorduğu soruya karşılık aldığı cevap ve devamında gelişen güzel diyalog:

C.Ö: Cezaevlerinde en çok istenen beş şarkının ismini sayar mısınız desem ne dersiniz acaba? Hangi şarkıları istiyorlar sizden, eski şarkıları mı yeni şarkıları mı?

D.A: Zorunda mıyım?

C.Ö: Yani mümkünse…

D.A: Zorunda mıyım?

C.Ö: Hayır, değilsiniz canım!

D.A: Parçanın adı, eserin adı “Zorunda mıyım?”

D.A: Benden “zorunda mıyım” derken bana mı fırça atıyorsunuz diye düşünüyorum. Zorunda mıyım? Zorunda mıyım?

Kurumsal hayatta çalışırken zorunda olduğumuz şeyleri düşünürken bu diyalog hep aklıma gelir.

Ya da birçok diyalog bu şekilde gelişirdi. Sorduğu soruya istediği cevabı alamayan yöneticiler ve karar vericiler, doğru cevabı vermenize rağmen sormaya veya anlamamaya devam ederlerdi.

En çok duyduğum sorulardan biri de “Emin misin”di. İnsan doğru bildiği ve doğru verdiği cevaptan şüpheye düşüyor. “Evet, eminim” demekten sıkılıp, “Aman boş ver” kafasına gelip “Galiba sizin dediğiniz gibi, oradan devam edelim” diyebiliyorsunuz.

İşte bu boş vermişlik ve dinlenmeme hâli bir süre sonra iş dışındaki düşünme ve davranış şekline de dönüşebiliyor.

Bu da bir çeşit “beyin çürümesi” kapsamına girer mi?

“Aman boş ver, o anlatacak ve hesap verecek, o düşünsün, bana ne” kafası, eve, sokaklara, insanlara bulaşabiliyor. Bu kafa yaygınlaştıkça da işler hiç iyiye gitmiyor.

Elbette uymamız gereken ve toplum içinde davranışlarımızı düzenleyen, birbirimizin özgürlük alanlarına girmemizi engelleyen kurallar var.

İnsanların kendilerini daha iyi hissettiği ve daha eşit yaşadığı toplumlarda kurallar çok net ve herkese aynı şekilde uygulanan kurallar. İşte bu kurallar ortadan kalkar, farklı durumlara ve kişilere farklı uygulanmaya ve hatta hiç uygulanmamaya başlanırsa işler değişir.

Bu yazılı veya yazısız kurallar seti, şirket anayasaları hâline gelen işleri ve gereksiz kuralları yapmak zorunda mıyım?

Kurumsalda neleri özlemiyorum?

Zorundayım diye yapmak zorunda olduklarımı hiç özlemiyorum.

Günlük, aylık ve hatta yıllık iş planlarıma birilerinin yapması gereken işleri beni de eklemesini özlemiyorum.

Her gün “Ne giyeceğim” diye uyanmayı ve tıraş olmayı hiç özlemiyorum. Spor tişört ve şortla işe gitmenin işi nasıl verimsiz etkilediğini anlamıyorum.

Birilerinin referansıyla gelen tedarikçi, üretici ve herhangi birileri ile görüşmek zorunda kalmayı özlemiyorum.

İçimden “cevabım hayır demek” diye bağırmak gelirken, aynı sorunun ve talebin 57. kez gelmesi ve yapmayacağımı bile bile “Bakarız” demeyi özlemiyorum.

Net ve kısa cevaplar verip yeni işlere bakmak yerine patinaj yaptığım işleri ve kayıp zamanlarımı özlemiyorum.

Her gün birbirine benzeyen iş ve mesele sanılan işleri çözmeye zaman ve kafa yormayı özlemiyorum.

Gerekmediği hâlde sistem gereği toplantılar yapmak zorunda olmayı hiç özlemiyorum.

Bir şey yapmalı! 

Şirketler gibi bireylerin de tek bir odağı olmaya başladı: Büyüme ve kâr. “Her şeye rağmen büyü ve etki alanını genişlet, en iyisi ol, gelirini ve yaşam standartlarını artır.”

Şirketler içine aldıkları bireyleri de kendileri gibi yetiştiriyor. Şirket kültürü dememizin sebebi bu olabilir. Hatta “Değerlerin ne” diye sorduğunuzda, şirket değerlerini sıralayan arkadaşlar tanıyorum.

Biz merkezli ve dünya bizim etrafımızda dönüyor gibi düşünüp öyle davranmak kolayımıza geliyor. Kulaklarımızı ve gözlerimizi dış dünyaya kapayıp olan bitenden uzak durunca sadece kendi küçük meselelerimiz dünyanın en büyük sorunu hâline geliyor.

İşte en büyük sıkıntılardan biri: Farklı alanda çalışan, düşünen ve üreten insanları ve fikirleri nasıl bir araya getiririz?

Farklılıkların zenginliğinden faydalanmak, farklı akıl ve üretim modelleri öğrenmek, hem iş imkânı yaratıp hem de diğer paydaşlar için yapılması gerekeni yapmak, eşit ve adil paylaşım fikirlerini duymak, farklı işlerde ve farklı alanlarda çalışanlardan beslenmek, toplanmak, çoğalmak ve beraber yaşamanın yollarını bulmak gerekiyor.

Yoksa güzel beyinlerimizi kullanmamaya, hayatlarımızı başkalarının yönetmesine ve beyin çürümesine maruz kalmaya devam edeceğiz.

Çok hızlı düşünmek, değişmek ve harekete geçmek gerekiyor.

Zorunda mıyız?

Zorundayız.

Ördek tüyü kadar mühim bir mesele: Ali Atay’ın ‘biz her şeye koşmak zorunda mıyız’ isyanı 

Yeni medyanın yükselişi… Cüneyt Özdemir, “Patronsuz olmak büyük özgürlük” diyor