Yıl 2002. Günlerden 22 Haziran. Bir gün sonra 22 yaşımdan aldığım günler bitecek ve 23. Yaşımdan gün almaya başlayacağım. Eskişehir’de, Porsuk Çayı kıyısında bir çay bahçesindeyiz. Ümit Davala sağ kanatta topla buluşuyor. Topu sürüyor, sürüyor, ortayı yapıyor, İlhan Mansız topa dokunuyor ve o dönem yürürlükte olan Altın Gol uygulamasıyla Türkiye, Dünya Kupası’nda yarı finale yükseliyor.
Önce kafamın tepesinden birkaç çay bardağının uçtuğunu fark ediyorum. Sonra tanışsın tanışmasın herkesin birbirine sarıldığını hatırlıyorum. Sokaklardaki insanların coşkusu da aklımdan çıkmıyor, amaçsızca bir insan konvoyu oluşumuz sonra… O gün tüm ötekiler bir olmuştu.
Unutulacak bir gol değildi
Maçın spikeri Yalçın Çetin “Unutulacak bir gol değil bu” diye bağırırken ne kadar haklıymış. O golü hiç unutmadım. Futbola ilgim eski şiddetinde sürmese bile unutmadım.
Sırf bir daha Dünya Kupası’na gidemediğimiz ve haliyle yarı finale de yükselemediğimiz için değil. Başka bir vesileyle daha önce de yazmıştım: Ben, Türkiye’nin en son o gün hep birlikte sevinebildiğini düşünüyorum.
Hafızamı ne kadar zorlasam da sonraki 21 yılda toplumun her kesiminin birlikte sevinebildiği tek bir an hatırlamıyorum.
Daha acısı, yine aynı başarı tekrarlansa bile, o günkü gibi hep birlikte sevinemeyeceğimizi hissediyorum.
Değil mi ki, bu yıl, üstelik Cumhuriyetin 100. yılında, Kadın Voleybol Milli Takımımızın olağanüstü başarılarında bile bölünmeyi başardık.
Yiten neşeye dair
Bu derece yan yana gelemeyen bir toplum olmayı nasıl başardığımızın detaylarına çok girmeyeceğim.
Belki kim olursa olsun bir iktidarın 21 yılı aşkın sürmesi ve bununla orantılı olarak güçlenmesidir bunun sebebi, belki de Türkiye’yi bile aşan şekilde zamanın ruhu.
Belki siyasetin toplumu kucaklamak yerine bölerek yani tabanı konsolide ederek yapılmasıdır sebep, belki biraz da muhalefetin kazanacak bir oyun kurmak yerine zıtlıkların altını çizip durmasıdır.
Yaşım, deneyimim ve bilgim arttıkça hiçbir şeyden eskisi kadar emin olmayacağımı öğreniyorum.
O nedenle, Türkiye’nin bugünkü bölünmüşlüğünün nedeninin de tek bir kişi, tek bir sebep ve tek bir siyaset yüzünden olmadığını düşünüyorum.
Benden büyük olanlar daha farklı bölünmüşlükler de hatırlıyordur. Ben 44 yıllık hayatımın ilk yarısıyla ikinci yarısındaki Türkiye’nin çok farklı olduğunu görebiliyorum.
Evet ilk yarıda da ekonomik krizler, faili meçhuller, hukuksuz tutuklamalar, siyasi istikrarsızlık, darbe, post modern darbe, başarısız iktidarlar, kayıkçı kavgaları vardı. Eskiden de pek çok şey dört dörtlük değildi özetle. Ancak hayatın, yeri gelince boşluklardan sızan bir incecik neşesi vardı.
Toplumu germek değil, toplum gerilince bundan endişe etmek esastı. Şimdi gerilmek varsayılan ayarımızmış da aksi yaşanırsa tuhaf olacakmış gibi bir inanış var.
Kutlamaların sönüklüğü
Bugünlerde özellikle sosyal medyada, Cumhuriyetimizin 100. yılının coşkuyla kutlanamadığı, bununla ilgili iyi hazırlıklar yapılmadığıyla ilgili şikayetler görüyorum.
“Bunu da eşsiz bir coşkuyla kutlamayacaksak neyi kutlayacağız” serzenişleri geliyor. Bunun altında yatan ideolojik nedenler mi var diye sorgulanıyor haliyle.
Gerçekten de etrafa bakınca bütünlüklü bir görsel kod bile göremiyorum. Öyle ki 75. yılın kurumsal görseli, herhangi bir 100. yıl görselinden daha çok hafızamda.
Bu yazıyı yazdığım sırada Cumhuriyetin 100. yıldönümüne dört gün var. Sokaklarda yürüdüğümde pek bir şey değişecekmiş gibi hissetmedim, korkarım cumhuriyetimizin 100. yıl kutlamalarını, 2002 yılındaki bir milli futbol zaferi kadar hatırlayamayacağız.
Bunda elbette, hep birlikte sevinmeyi çoktan unutmuş olmamızın da etkisi var.
Ötekini kovmak
Böyle durumları sadece Türkiye siyaseti üzerinden okumanın eksik kalacağını düşünüyorum.
Elbette durumun Türkiye’ye ve Türkiye’deki siyaset iklimine özgü sebepleri var ama bunlar tek sebep değil. Teknoloji, iletişim ve farklı sebeplerle dünyanın yaşadığı demokrasi krizinden tamamen bağımsız düşünemeyeceğimiz bir süreç bu.
“Hep birlikte sevinmek için” bir ötekine ihtiyaç var çünkü. Oysa bugünün dünyası, ötekileri kovmaya endeksli.
Byung-Chul Han, Ötekini Kovmak (Türkçede: Ketebe Yayınları, 2023) kitabını bunun üzerine kurmuş. Aynının Terörü isimli ilk bölümün ilk cümlesi de günümüzü şöyle tanımlıyor: Ötekinin var olduğu zamanlar sona erdi. Sonra da “aynının terörü” olgusuna bağlıyor konuyu Chul Han; “aynının terörü bugün hayatın her alanına tesir etmektedir. İnsan hiçbir deneyim yaşamadan her yere seyahat eder. Bir kavrayışa ulaşmadan malumat edinir. Bilgiye erişmeden enformasyon ve veri biriktirir. Serüven ve heyecan peşinde koşar ama hep aynının içinde kalır. İnternette Arkadaş ve Takipçi toplar ama asla bir başkasıyla karşılaşmaz. Sosyal medya, toplumsalın mutlak sıfır derecesini temsil eder.”
İlhan Mansız’ın golünden sonra ne oldu?
İşte bütün bu coşkusuzluğun, birlikte sevinememe halinin ardında bu “aynılaşma” baskısının da olduğunu unutmamalıyız.
“Türkiye niye böyle oldu?” diye sorduğumuzda kuşkusuz her kesimin cevabı ayrı ama bu ayrılar kendi içinde aynı ve her biri de ötekini kovma derdinde.
Demokrasinin krizini sadece ülkemiz üzerinden okumaya çalıştığımız sürece çıkış da yok.
Çıkışı bulmak için kaseti geriye sayalım ve İlhan Mansız’ın attığı Altın Gole kadar geri gidelim.
Sonra ne oldu. Evet, 2002 Kasım’ında Türkiye’de iktidar değişti ve bir daha da değişmedi, bu bir. Sonrası da var ama: 2004’te Facebook, 2007’de Twitter kuruldu… 2007’de aynı zamanda ilk iPhone tanıtıldı.
Öncesinde internete sadece kapalı alanlarda bağlanırken, mobil internetle birlikte sürekli bağlı hale geldik. Bu sosyal medya çağının başlaması demekti, yani sadece Türkiye’de geleneksel medya el değiştirmedi. Sosyal medya ile dünyada kamusal alan parçalara bölündü.
Şimdi birbirimizi dinlemeden konuşup duruyorsak, bu çağımızdan bağımsız bir hastalık değil. Eğer bundan memnun değilsek çağımızı okuyarak işe başlayalım.
Kafalar daha iyi çalışacaksa, hep birlikte sevinebildiğimiz o son güne gidelim ve neyin farklı olduğunu hatırlayalım.
Hatırlamaya faydası olacaksa, kutlamaların başlama vuruşunu da İlhan Mansız yapsın oldu olacak.