Birkaç yıl önceydi. Talihsiz bir kaza sonucu aniden kaybettiğimiz bir arkadaşımızın cenazesindeydik. Tam defin esnasında, evet o en çaresiz anda, hemen yanımda duran bir ağabeyimden hiç beklemediğim bir soru geldi: Akşam Galatasaray’ın Avrupa maçını hangi kanal veriyor?
Normal şartlarda şaşırmam ve sinirlenmem gerekirdi. İkisi de olmadı. Sanki o anda sorulabilecek en normal soruymuş gibi, maçın hangi kanalda yayınlanabileceği konusunda bir iki tahmin sıralayarak cevapladım. Soruyu cevapladıktan sonra kendime gelerek ağır bir rahatsızlık hissettim.
Soruyu soran ağabeyin de acısından ve kaybettiğimiz arkadaşa karşı saygısından şüphem yoktu -hatta benden daha yakınlardı- ama tuhaf bir durum yaşanmıştı. Bu son derece saçma diyalog sanırım acıyla mücadelenin bir biçimiydi. Bir an için nerede, ne için bulunduğumuzu unutmuş, yok saymıştık.
Birileri duyduysa, onlara bu durumu açıklayamazdım.
Jamais Vu!
Hani ‘Deja vu’nun tam tersi olan ‘Jamais vu’ kavramı vardır. Deja vu, bir ânı daha önce aynen yaşamış gibi hissetmek biliyorsunuz. ‘Jamais vu’ ise çok aşina olduğumuz bir şeyi ilk kez görüyormuş, yaşıyormuş hissine deniyor.
Biz de acılıyken nasıl davranmamız gerektiğini de cenaze adabını da gayet iyi biliyorduk ama hayatında ilk kez cenazede bulunan bir çocuk gibi kalakalmıştık o gün.
Bugünlerde sosyal medyadaki savaş eksenli ruh halini unutmamız halinde, yine başımıza gelebilecek bir şey bu.
Ne yazsak tuhaf
Bu yazıyı, ‘İsrail’in Gazze’de bir hastaneyi bombaladığı ve bu saldırıda en 500 kişinin hayatını kaybettiği’ haberini aldıktan sonra yazıyorum.
Şu an ne yazsam, o cenazedeki gereksiz diyalog gibi olacak.
Bugünlerde bu korkunç savaş haricinde neden bahsetsek öyle oluyor açıkçası. Kaldı ki önceki iki yazıyı, süren savaş ve etrafındaki tartışmalardan yola çıkarak yazdığım için bu yazıda artık o eksenden çıkmayı planlamıştım.
Nihayetinde ortada bir savaş var. Zaten herkes bu haberlere çok sık maruz kalıyor. Gündem sürekli değişebilir ve yazacağınız her yeni yazı daha yayınlanmadan eskiyebilir.
O yüzden bugünlerde yedeğimizde bulundurmamız gereken iki kavramdan bahsedeceğim. Geçmiş yıllarda bu kavramlar üzerine çeşitli vesilelerle yazdım. Belki bu kavramları duymuşsunuzdur ama ‘jamais vu’ ihtimalini de göz önünde bulundurarak tekrarda sakınca görmüyorum.
Doomscrolling
Birincisi; Doomscrolling. Sosyal medyadaki akışımızda kaydırdıkça kötü haber gelmesine rağmen bu kaydırmayı bir türlü engelleyememeye, buna bağımlı olmaya deniyor.
“Felaket Kaydırması” diye Türkçeye çevrilebilir (kıyamet kaydırması diye de çevriliyor). İlk kez 2018 yılında Twitter’da görüldüğü ve 2020 yılında Oxford Sözlüğü tarafından yılın kelimeleri arasında gösterildiği biliniyor.
Bir defa bunun bir çeşit bağımlılık olduğu ifadesi abartılı olmaz. Kaliforniya merkezli Medya Psikolojisi Araştırma Merkezi’nin yöneticisi, Pamela Rutledge, felaket kaydırmasının bir şeylerden korktuğumuzda cevap almaya yönelik kompülsif bir ihtiyaç olduğunu söylemiş. Psikolog Jade Wu ise “Sadece kötü haberler için değil, ufuktaki iyi haber için de kaydırma yaparız” diyor. Ufukta iyi haber görmedikçe de daha çok kaydırıyoruz haliyle.
Ayrıca hem sosyal medyanın algoritmik akışının hem de geleneksel medyanın ‘haber değeri’ anlayışının, kötü haberleri önceliklendirme üzerine kurulu olduğunu hatırlayalım.
Evet, bugünlerde berbat şeyler oluyor ama bizim o haberleri alış biçimimiz de onların etkisini büyütüyor olabilir.
Felaket kaydırmasını abartmanın psikolojimiz üzerindeki ağır etkisini de fark ederek bir yerde son vermek gerek.
Bunu, Cem Yılmaz’ın da yenilerde gösterime giren Do Not Disturb filminde kara mizahla çok güzel hicvettiği ‘kişisel gelişimci’ tayfasının “toksik girdilerden uzak duralım şekerim” şımarıklığıyla yazmıyorum.
Hayatta her şeyin toz pembe olmadığını görmeye kesinlikle ihtiyacımız var. Ancak bunu abartmamız halinde hatırlatacağım diğer kavramı görünce daha iyi anlayacağınız bir risk de var.
Merhamet yorgunluğu
Merhamet Yorgunluğu (Compassion Fatigue) kavramı, ilkin sağlık sektörü profesyonelleri üzerinden tanımlanan bir tükenmişlik hali.
Uzun süre başkalarına ait acılara, travmalara ve maruz kalma ve onlarla empati kurmaya çalışma durumunda görülebiliyor. Bir süre sonra duyarsızlaşmaya ve bunun sonucunda da kendinizi suçlu hissetmeye başlıyorsunuz.
İnsanların uzun süren savaş durumlarında bir süre sonra sadece istatistik olarak görülmeye başlaması, bu duyarsızlaşmanın en acı işaretlerindendir.
Bitkinlik, depresif ruh hali, alkol, sigara tüketimini artırma, yeme bozuklukları ve nihayetinde tükenme merhamet yorgunluğunun sonuçları arasında gösteriliyor.
Savaş içerisinde her gün yeni bir saldırı, farklı ölüm haberleri, korkunç fotoğraflar ve insanlık hallerine maruz kalıyoruz. Sadece savaşlar da değil sosyal medya yurdun ve dünyanın her yerindeki acıları getiriyor, kucağımıza bırakıyor.
Haberleri daha kısıtlı kaynaktan ve genellikle günde bir kere (gazete veya televizyondan) aldığımız günlerden farklı olarak böyle bir ‘lüksümüz’ var ve psikolojimiz buna o kadar hazırlıklı değil.
Çıkış nerede?
Bu acı dolu tünelden çıkmanın tek bir yolu yok. Ağustos ayında yine bu köşede yazdığım bir yazıda detaylandırmıştım. Ahlakçı tribüne oynamak (Moral Granstanding) da sadece etkileşim ekonomisine yarıyor.
O nedenle değiştiremeyeceğimiz şeyleri tekrar tekrar dillendirmek yerine, atabileceğimiz somut adımlara odaklanırsak (insani yardım organizasyonları, barış aktivistliği vb.) belki biraz daha içimiz rahatlayabilir.
Basmakalıp kınama açıklamaları, şiddet içerikli fotoğraf ve videoların teşhiri, teyit edilmemiş haberlerin paylaşımı, neye hizmet ediyor üzerine düşünmek gerek. Ayakta kalmak ve mücadele etmek için psikolojimizi özellikle korumamız gereken bir dönemeçteyiz.