Dublaj Türkçesiyle film izleyen kuşakbu yazının başlığındaki göndermeyi hemen anlamıştır. 

O döneme yetişemeyenler için de ben özetleyeyim: Bu, eski Amerikan filmlerinin klişe repliğidir. Kahramanımız olay yerine (çoğunlukla bir cinayet mahallidir) herkesten sonra gelir ve bir açıklama ister. 

Üşengeç senarist manevrası olarak da görülebilecek bu replik aslında insanın haberle olan ilişkisini anlatıyor. 

İnsan etrafında olan bitenlere kayıtsız kalamayan bir tür. Yeni bir ortama girdiğimizde yahut yeni bir değişiklik olduğunda, ilkin biz orada yokken olanları öğrenmek istiyoruz. Hayatta kalma içgüdümüze ilişkin bir refleks de olabilir bu. 

Şimdi durup yeni medya çağında her an ne kadar çok ortama girip çıktığımızı düşünelim. Eskiden on yıllara yayılan değişikliklerin şimdi nasıl birkaç yılda gerçekleştiğini de üstüne koyalım. 

Aslında arada muazzam bir açık doğuyor. Bu ortamda daha çok ve daha nitelikli gazeteciliğe ihtiyaç var ama kimse bunun farkında değil. İşte kriz de burada başlıyor.

Gladwell’in söz ettiği paradoks

İki hafta önce İş Bankası’nın ‘Atatürk Vizyonuyla Gelecek Yüzyıla Bakış’ başlıklı uluslararası konferansına katılmak için Türkiye’ye gelen dünyaca ünlü yazar ve konuşmacı Malcolm Gladwell’in T24’te Cansu Çamlıbel’e verdiği röportajın da bence en önemli kısmı buydu. 

Cansu Çamlıbel’in “Bizim kuşakların ‘zamanın ruhuna uygun’ hissedebilmesinin bir formülü var mı sizce” sorusuna karşılık Gladwell gazeteciliğin bugün her zamankinden daha önemli olduğunu vurguluyor ve bir paradokstan bahsediyordu: 

“Biliyorsunuz, bir gazetecinin görevi halkın bilgiye ulaşması için aracılık etmektir; güç ile halk arasındaki iletişim için aracılık etmektir. Tüm bunlar arasındaki uçurumun giderek büyüdüğünü hissediyorum. Dolayısıyla ortada durup tercümanlık yapacak birine duyulan ihtiyaç çok arttı. Gazeteciliğin son yıllardaki düşüşünün paradoksu gazetecilerin oynadığı rolün hiç bu kadar önemli olmadığı bir çağda yaşıyor olmamızdır. Oysa hem gazetecilerin sayısı hem de kurumların onlara verdiği önem azalıyor. Bu gerçek bir paradoks.”

Miyoplaşma: Hem metafor hem gerçek

Gladwell’in bahsettiği paradoksun sonucuysa şu: Gündelik olaylarla veya çok yakınımızla oyalanıyor ve giderek miyoplaşıyoruz. 

Ben burada miyoplaşmayı bir metafor olarak kullandım, ama bu üzücü bir şekilde bir metafordan fazlası. Geçenlerde bir optisyen ağabeyim kızım Leyla’ya göz muayenesi yaptırıp yaptırmadığımı sordu ve ekledi: Çocuklarda miyop rahatsızlığı çok yaygınlaştı. 

Bunun nedeni de çocukların artık yeterince uzağa bakmamasıymış. Sürekli çok yakınlarındaki ekranlara baktıkları için gözler uzağı görme konusunda tembelleşiyormuş. 

Bu veriyi araştırdığımda özellikle pandemi döneminde bu şikayetlerin arttığıyla ilgili pek çok haber ve makale okudum. Yakın mesafeye uzun süre bakma miyop rahatsızlıklarını tırmandırmış. 

Tekrar metafora dönelim. Yeni medyada sürekli kendi akışımızdayız. Kendi merceğimiz dışından bilgi sızması eskisinden çok daha zor. Hal böyle olunca, akışımızın dışında ve uzağında olan biteni anlamakta daha fazla zorlanıyoruz. Bunun adını koyamıyor olabiliriz. Hatta farkında bile olmayabiliriz. Sadece bir şeyler olup bittiğinde anlamaya çalışıyoruz. Bu da bir tür miyopluk ve gerçekten olan biteni anlama konusunda bizi tembelleştiriyor.

Yapay zekâ bizi kurtarabilir mi?

Peki, anlayamadığımızda ne yapıyoruz? Ya her yerden akan ve işimize gelen bir bilgi kırıntısına sarılıyor ya da yeni nesil üretken yapay zekâ araçlarına başvuruyoruz. 

Üretken yapay zekâ araçlarıyla ilgili en büyük yanılgımız da bu. Biz onlara sorular sorarak yolumuzu bulmaya çalışıyoruz ama ya doğru soruları sormuyorsak? 

Burada gazeteciliğin aslında “doğru soruları sorma işi” olduğunu hatırlayalım. Gazeteciler bizim yerimize doğru soruları sorar ve tam olarak neler olduğunu aktarmaya çalışır. Onların aktardığı malumat da olayları anlatır. 

Yapay zekâ araçlarıyla ilgili paradoks da bu. Soruyu bizden bekliyorlar. Yahut ilgi alanlarımıza göre algoritmalar yardımıyla önceliklendiriyor ve özetliyorlar. Oysa ancak doğru soru sorulduğunda gerçek yanıt alınır ve gazeteciliğin de özü budur.

Özetleme çağında yaşıyoruz

Fast Company dergisinde Mark Wilson “Yeni bir yaratıcı çağda yaşamıyoruz. Özetleme çağında yaşıyoruz” diyerek içinde bulunduğumuz durumu çok güzel tarif etmiş. Yazısında yaratıcı potansiyellerini henüz ortaya koyamamış yapay zekâ araçlarından elde ettiğimizin aslında bir özet olduğunu savunuyor. 

Bu da işimize geliyor işte. Çünkü her şeyi hızla sindirmek istiyoruz. Bu yüzden de “AI özetleme” en kazançlı işlerden biri haline geldi. Nihayetinde de hepimiz dev bir özetleme sektörünün işçileri haline geldik. Gerçek sorular da tam olarak cevaplanmadan ortada kaldı böylece. Çünkü olanları özetlemekle anlatmak aynı şey değil. 

Wilson’un da dediği gibi: “Belirli bir bakış açısından özetleme gerekli bir verimliliktir: Bizi içerik okyanusumuzda boğulmaktan korur (…) Ancak yapay zekayı kültür için bir kitle sıkıştırma algoritması olarak kullandığınızda kesme işleminde kaçınılmaz olarak bir şeyler kaybolur.”

Özetlemekle anlatmak farklı şeylerdir

Gazeteciliğin eğer bir kurtuluşu olacaksa, özetlemekle anlatmak arasındaki farkı anlayıp  niteliğe yatırım yapmasıyla olacak. Gazeteciler bu bilgi selinde özetlemenin en doğru formül olduğuna inanmak yerine özetlerde kaybolan nüansları hatırlatarak var olabilecek. 

Bütün müzik teknolojilerine rağmen nasıl canlı müzik hiçbir zaman cazibesini yitirmediyse, bir ara ortadan kaybolan plaklar daha değerli bir deneyim olarak geri geldiyse, bu özetlemenin yani dijital sıkıştırmanın tersi olmasıyla ilgiliydi. 

İçinde olduğumuz yeni çağ gazetecileri dijital sıkıştırmaya, yani özetlemeye; okuru da özetlere bakarak bir şeyler anlayacağı yanılgısına sürüklüyor. 

Oysa özetlemekle anlatmak birbirinden çok farklı şeyler. Eğer etrafınızda olup biteni anlayamıyor ve zamanın ruhunu yakalayamadığınızı hissediyorsanız bu biraz da özetlerle ve bilgi parçacıklarıyla yetinmeye zorlandığınız içindir. 

Anlamak istiyorsak anlatanları arayacağız. Geçiştirmek istiyorsak özetleyenlerle yetineceğiz. Her şey özetlenebilir, ama her şey anlatılamaz. Neyin anlatılıp anlatılamayacağını bilmek için de gerçek anlatılara ihtiyacımız var. Her zamankinden daha çok. 

Çünkü Gladwell’in de dediği gibi güç ile halk arasındaki uçurum giderek büyüyor.